ISSN 2149-0287
Bosphorus Medical Journal - Bosphorus Med J: 4 (3)
Volume: 4  Issue: 3 - 2017
ORIGINAL RESEARCH
1.Correlation Between Internal Jugular Vein/Common Carotid Artery Ratio And Central Venous Pressure
Burcu Azapoğlu Kaymak, Turgut Deniz, Ünase Büyükocak, Aliye Öztürk
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.743  Pages 117 - 120
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı santral venöz basıncı (SVB) karotis arter ve internal juguler venin ultrason ölçümlerini santral venöz kateter yoluyla ölçülmüş SVB ile karşılaştırarak hızlı ve non invaziv bir yöntemle değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ultrason ile internal juguler ven (IJV) ve karotis arterin (KA) alan ölçümleri yapıldı, oranları hesaplandı. Ölçümler hastalar supin ve 45o yatar pozisyondayken yapıldı ve ölçüm sonuçları supin pozisyonda yatanlar için ‘oran1’ ve 45o yatar pozisyon için ‘oran2’ olarak kaydedildi. Hastalar SVB değerlerine göre üç gruba ayrıldı: Grup 1: SVB < 10 mmHg, Grup 2 SVB 10-20 mmHg, Grup 3: SVB > 20 mmHg.
BULGULAR: Çalışmaya çalışma sürecinde yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan, invaziv mekanik ventilatörde takipli santral venöz kateteri olan 40 hasta dahil edildi. Oran1’de gruplar arası anlamlı fark tespit edilmedi. Oran2 ‘de grup 1’de ortalama 1.18 (min-max 0.72- 1.64), grup 2’de 2.64 (min-max 1.73-3.55) ve grup 3’de 3.00 (min-max 0.97-5.03) izlendi. Oran2’nin grup 1’de grup 2 ve 3’e göre daha anlamlı olduğu izlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: 45o yatar pozisyonda yapılan ultrason ölçümleriyle elde edilen İJV/KA oranının (oran2) santral venöz basıncı düşük ölçülmüş hasta grubunda (grup1) korelasyonunun daha iyi olduğu tespit edildi.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate a rapid and non-invasive method for estimating central venous pressure (CVP) by comparing ultrasound measurements of the internal jugular vein and common carotid artery to CVP measured by central venous catheter
METHODS: A portable ultrasound machine was used to determine cross-sectional areas of the internal jugular veins (IJV) and common carotid arteries (CCA). The measurements were performed on patients lying in the supine position at a 45 degree angle, with ratios of the IJV area to CCA area recorded as ratio 1(lying position) and ratio 2(45˚ position). The patients were categorized
into 3 groups according to CVP, specifically; group1: CVP<10mmHg, group2: CVP 10-20mmHg, and group3: CVP>20mmHg.
RESULTS: Forty intensive care unit patients who were mechanically ventilated with a central venous catheter in place were enrolled during the study period. No statistically significant differences detected in ratio 1. Ratio 2 showed a mean ratio of 1.18 for group 1(min-max 0.72-1.64),2.64 for group 2 (min-max 1.73-3.55) and 3.00 for group 3 (min-max 0.97-5.03). For ratio 2, it was observed that group 1 had a lower value than group 2 (p=0.020) and group 3 (p=0.021).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Ultrasound measurement of internal jugular to common carotid area ratio at a position of 45 degrees showed that a low ratio was correlated with a low central venous pressure as measured by central venous catheter.

2.Results of Pars Plana Vitrectomy of Epiretinal Membranes
Neslihan Sevimli, Aylin Ardagil Akçakaya
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.754  Pages 121 - 128
GİRİŞ ve AMAÇ: Primer ve sekonder epiretinal membran (ERM) nedeniyle pars plana vitrektomi (PPV) yapılan hastalarda sonuçları görmek, sonuçları etkileyen prognostik faktörleri saptamak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ERM tanısıyla takip edilen 50 hastanın 51 gözü çalışmaya dahil edildi. Herhangi bir oküler hastalığa bağlı oluşmayan ERM’ler primer (grup 1), başka bir hastalığa bağlı oluşanlar sekonder (grup 2) olarak gruplandırıldı. Ameliyat öncesi (AÖ) ve ameliyattan sonraki (AS) merkezi makula kalınlığı (MMK), görme keskinlikleri ve göz içi basınçları (GİB) kaydedildi. Cerrahi sırasında tüm hastalara 3 port PPV yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya katılan hastaların 25’i kadın (%50), 25’i erkek (% 50), yaş ortalaması 69,5±9,6 idi. Otuz iki göz (% 62,7) grup 1, 19 göz (%37,3) grup 2 idi. Grup 1’de AÖ ortalama en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EDGK) 0,19±0,11, grup 2’de 0,13±0,11 idi. Grup 1’de AÖ EDGK anlamlı olarak daha yüksekti (p=0,025). AS grup 1’de 2 EDGK 0,47±0,32, grup 2 ‘de 0,42±0,32 olarak bulundu. Kontrollerde iki grupta da EDGK’de AÖ döneme göre anlamlı artış bulundu, nihai görme keskinlikleri açısından iki grup arasında anlamlı fark yoktu (p=0,669). AÖ EDGK daha yüksek olan hastaların AS EDGK ortalamaları da yüksek bulundu. Nihai görme keskinliği ile AÖ görme keskinliği arasında anlamlı (p ˂ 0,05) pozitif korelasyon mevcuttu. Grup 1’de AÖ MMK 379±112,1 μ, grup 2’de 430,7±131,0 μ idi. Grup 2’de AÖ MMK daha yüksekti ancak aralarındaki fark anlamlı değildi (p=0,173). AS grup 1’de ortalama MMK 264,9±105,0 μ, grup 2’de 211,1±94,5 μ idi. AS her iki grupta da AÖ döneme göre MMK’de anlamlı düşüş saptandı, sekonder grupta düşüş daha hızlı idi ancak nihai MMK açısından iki grup arasında fark yoktu (p=0,212).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Görme keskinliği çok düşmeden yapılan erken cerrahilerde prognoz daha iyidir. Grup 1 ve 2 arasında nihai sonuçlar açısından anlamlı fark yoktur.
INTRODUCTION: To assess the outcomes in patients who underwent pars plana vitrectomy (PPV) due to primary and secondary epiretinal membrane (ERM), to determine the prognostic factors affecting the results.
METHODS: Fiftyone eyes of 50 patients with ERM diagnosis were included in the study. ERMs that are not associated with any ocular disease were grouped as primary (group 1), while those due to another disease were grouped as secondary (group 2). Preoperative and postoperatively central macular thickness (CMT), visual acuity and intraocular pressure (IOP) were recorded. Three-port PPV was performed to all patients during surgery.
RESULTS: Twent-five of the patients (50%) were male and 25 (50%) were female. The mean age was 69,5±9,6. Thirty-two eyes (62.7%) were in primary ERM group; 19 eyes (37.3%) were in the secondary ERM group. Mean preoperative best corrected visual acuity (BCVA) was 0.19±0.11 in group 1 and 0.13±0.11 in group 2. Mean preoperative best corrected visual acuity (BCVA) was significantly higher in primary group (p=0.025). Mean postoperative BCVA was 0.47±0.32 in group 1 and 0.42±0.32 in group 2. In both groups there were significantly increase, but there was no significant difference between the groups in terms of the final visual acuity (p=0.669). Preoperative CMT was found 379±112.1 μ in group 1 and 430.7±131.0 μ in group 2. Postoperative CMT mean was 264.9±105.0 μ in group 1 and 211,1±94,5μ in group 2.
According to the preoperative period a significant decrease in CMT was achieved in both groups after surgery.
Although the decline was more rapid in the secondary
group, there was no difference between the two groups in
terms of final CMT (p= 0.212).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Prognosis of early surgery performed without visual acuity reduction is better. There is no significant difference in the final results of the groups.

3.The Effect of Different Suturing Techniques In Penetrating Keratoplasty On Postoperative Astigmatism And Visual Outcome of Keratoconus Patients
Erkan Duman, Banu Acar, Aslı Kırmacı
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.754  Pages 129 - 136
GİRİŞ ve AMAÇ: Keratokonus hastalarında tek tek ve tek devamlı sütür teknikleri kullanılarak yapılan penetran keratoplasti (PK) sonuçlarını ameliyat sonrası astigmatizma ve görsel sonuç yönünden karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2012-Aralık 2014 arasında 61 keratokonus hastasının 61 gözüne PK uygulandı. Bu hastaların 30’unda devamlı (grup 1), 31’inde tek tek kesintili (grup 2) sütür tekniği kullanıldı. Kontrol muayenelerine düzenli gelen, keratokonus dışında ek patolojisi bulunmayan, keratoplasti sonrası greft saydamlığını etkileyebilecek göz içi basıncı (GİB) artışı olmayan, greft rejeksiyonu, greft ülseri, greft ayrışması geçirmemiş olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Her iki grupta yer alan hastaların yaşı, cinsiyeti, ameliyat öncesi, ameliyat sonrası 1.ay, 3. ay, 6. ay, 12. ay ve sütürler alındıktan sonra 3. ayda yapılan otorefraktometre ölçümleri (sferik ve silindirik değerleri) ve en iyi düzeltilmiş görme keskinlikleri (Snellen eşeli ile) karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ameliyat öncesi astigmatizma değerleri açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (P=0,217>0,001). Sütürler alındıktan sonra ortalama astigmatizma değeri karşılaştırıldığında da istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmedi (P=0,1). Ameliyat öncesi ortalama görme keskinliği grup 1’de 0,07±0.05, grup 2’de 0,1±0.06 düzeylerindeydi. Grup 1’de ameliyat öncesi görme keskinliği grup 2’ye göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük bulunurken (p=0.046<0.05) sütürler alındıktan sonra final görme keskinliklerinin iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yaratacak seviyede olmadığı saptandı (P=0,217 >0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: PK’da uygulanan tek devamlı sütür ve tek tek sütür tekniklerinin refraktif değerler ve görsel sonuçlar açısından farkı yoktur. Sütür tekniği seçiminin cerrahın tecrübesine bağlı olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: To compare the results in keratoconus patients who underwent penetrating keratoplasty (PK) using interrupted or single continuous suturing techniques in terms of postoperative astigmatism and visual outcome.
METHODS: Penetrating keratoplasties were performed in 61 eyes of 61 keratoconus patients between January 2012-December 2014. Single continuous running suture tecnique was used in 30 patients (group 1), and interrupted suture technique in 31 patients (group 2). The patients who had no comorbidities, who had no increase in intraocular pressure that may affect the transparency of the graft cornea after PK, who did not experience graft rejection, graft ulceration or graft detachment, and who tracked their follow-ups were included in the study. Patients’ age, gender, autorefractometeric measurements and best corrected visual acuity (with Snellen chart) were compared in these two groups. The autorefractometeric results were measured before the surgery, 1 month 3, 6, 12 months after surgery, and 3
months after removing sutures.
RESULTS: There was no statistically significant difference between the two groups in terms of preoperative astigmatism (P=0.217>0,001). There was no statistically significant difference between the mean astigmatisma values after the removal of the sutures, as well (P=0.1).
Preoperative mean visual acuity was 0.07±0.05 in group 1, and 0.1±0.06 in group 2. The preoperative visual acuity was statistically significantly lower in group 1 than group 2 (p=0.046<0.05), whereas there were no statistically significant difference between the groups in the final visual acuities after the removal of the sutures(P=0,217 >0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is no significant difference between the interrupted and single continuous suturing techniques in terms of the refractive values and the visual outcome. We think that the choice of suturing technique is up to surgeon’s experience.

4.The Effects of Pre-Operative Diet Programs In Morbid Obese Patients Willing Bariatric Surgery
Erkan Deniz Dinçer, Oğuz Balcan, Seda Sancak, Aziz Bora Karip, Nuriye Esen Bulut, Ali Özdemir
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.715  Pages 137 - 142
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi diyet polikliniğine yönlendirilen laparoskopik sleeve gastrektomi ameliyatı olmak isteyen obez bireylerin genel özelliklerini belirlemek, diyete uyumlarını değerlendirmek ve 3 aylık diyet
programı sonrasındaki ameliyat kararı arasındaki ilişkiyi incelemek amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ekim 2016 ve Ocak 2017 ayları boyunca 3 ay süreyle diyet polikliniğine yönlendirilen ardışık 100 hasta araştırma kapsamına alındı. Bu hastalara diyetisyen tarafından 15 dakika süren beslenme eğitimi verildi. Hastalar ayda bir kontrole çağırıldı. Veri toplama yüz yüze ve telefonla anket tekniği kullanılarak yapıldı. 3.ayın sonunda tüm hastalar polikliniğe çağırılarak anketler tamamlandı. Hastaların yaş, cinsiyet, kilo, BKİ, meslek durumu, eğitim düzeyi durumları ile diyet programlarından sonraki 3 ayda kilo verme durumu ve ameliyat kararı arasındaki ilişki incelendi. Ayrıca Hollanda Yeme Alışkanlıkları Anketi (DEBQ) ile bireylerin dışsal/kısıtlayıcı/duygusal yeme ortalaması
değerlendirildi. Veriler SPSS 16,0 paket programında değerlendirildi. Verilerin analizinde Pearson’s ki kare testi kullanıldı
BULGULAR: Hastaların %81’i kadın, %19’u erkekti. Kadınların %47’si ev hanımıydı. Hastaların %65’i rutin işlerinden ayrı egzersiz yapmadığı belirlendi.3 aylık diyet uygulaması sonrası hastaların %60’ı zayıfladı, %25’i ameliyat olmaktan vazgeçti. Kilo veren hasta oranı erkeklerde anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Tıbbi beslenme tedavisine tam uyum %12 olarak bulundu
TARTIŞMA ve SONUÇ: Obez bireylerde tıbbi beslenme tedavisi ve egzersize karşı büyük oranda direnç olduğu tespit edildi. Obezite ile mücadelede, obez bireylerin özelliklerinin iyi analiz edilerek hazırlanacak eğitimlerin içeriğinin, düzenlenecek tedavilerin daha isabetli olması açısından geniş çalışmaların yapılmasına gereklilik olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: The purpose of this study was to determine directed to the Fatih Sultan Mehmet Education and Research Hospital Diet Policlinic wanted to be operated sleeve gastrectomy obese people’s characteristics and to evaluate the compliance of the diets and to investigate the relation between the operation decision after the 3 month diet program.
METHODS: During October 2016 and January 2017, 100 consecutive patients who were referred to the diet polyclinic for 3 months were included in the study. This patients was educated by the dietician with medical nutrition treatment, which lasted 15 minutes. Patients were called for control every month. Data collection was done using face-to-face and telephone survey techniques. At the end of the 3.month, all patients were called to the policlinic and the questionnaires were completed. The relationship between age, gender, weight, BMI, occupational status, level of education of the patients, weight loss status and operation decision after 3 months from the dietary programs was examined. In addition, the Dutch Eating Habits Questionnaire (DEBQ) assessed the external, restrictive, and emotional eating averages. The data were evaluated in the SPSS 16.0 package program. Pearson’s chi square test was used in the analysis of the data.
RESULTS: 81% of the patients were female, 19% were male. 47% of the women were housewives. Sixty-five percent of patients were found not to exercise separately from their routine tasks. After 3 months of diet, 60% of the patients lost weight and 25% of them refused surgery. The weight loss was significantly higher in men (p<0.05). Full compliance to medical nutrition treatment was found to be 12%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was seen that there was a great resistance to medical nutrition treatment and exercise on obese individuals. We think that the content of the trainings and ordering the treatments to be prepared by analyzing the characteristics of the obese individuals is more appopriate and there is a need for more extensive works.

5.The Means of Determination of the Importance of Health Workers Motivation
Gülten Özdemir, Ayşe Eken
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.691  Pages 143 - 148
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlık gibi hayati önem taşıyan alanlarda faaliyet gösteren çalışanların önem verdikleri motivasyon araçlarının saptanması kurum politikalarının belirlenmesi açısından son derece önemlidir. Bu düşünceden yola çıkarak yapılan bu çalışma ile, sağlık çalışanlarının
önem verdikleri motivasyon araçlarının belirlenmesini amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu araştırma, Nisan 2014’de Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesinde yapıldı. Araştırmada anket yöntemi kullanılmış olup, toplam 202 sağlık çalışanı katılmıştır. Elde edilen veriler SPSS (Statistical Package for Social Sciences) programında analiz edilmiş ve anket soruları yüz yüze görüşme yöntemi ile uygulanmıştır.
BULGULAR: Araştırmaya katılan sağlık çalışanlarının %67,8’i lisans/lisansüstü mezunu olup, %52,6’sı yüksek riskli alanlarda çalışmaktadır. 5 yıl üzeri çalışan oranı ise %64,4’tür. Çalışanların %54,3’ü yaptığı işin yeteneklerine uygun olmasının, %65,4’ü iş ortamındaki arkadaşlık ilişkilerinin güçlü olmasının, %60,9’u aldığı ücretin yüksek olmasının ve %60,9’u yapılan işin takdir edilmesinin motivasyonlarını artırdığını düşünürken, %60’ı işlerini yaparken gerekli malzeme ve ekipmandaki eksikliklerin çıkardığı zorlukların, %66,3’ü işyerindeki
aydınlatma, havalandırma, gürültü gibi fiziksel faktörlerin uygunsuzluğunun ve %63,9‘u kurumda ücret düşüklüğünden çok, ücret adaletsizliğinin motivasyonlarını azalttığını düşünmektedir
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kurumda çalışan sağlık personelinin motivasyonunu etkileyen çeşitli faktörler vardır. Sağlık kurumlarında verimlilik artışı ve hasta memnuniyetini sağlamak isteyen bir yöneticinin, çalışanların motivasyonunu ve motivasyon araçlarını etkin bir şekilde kullanması gerekir. Yöneticilerin, sağlık çalışanlarının motivasyon araçları konusundaki geri dönüşlerini dikkate alarak yönetim sistemini oluşturmaları ve motivasyonu artırmak amacı ile düzeltici ve önleyici faaliyetlerde bulunması önerilebilir.
INTRODUCTION: Detection of the importance of motivation tools for employees who are active in vital areas such as health are very important in terms of determining institutional policies. By thinking this way, with this study; We aim to determine the importance of motivation tools for health workers.
METHODS: In this study was done at Fatih Sultan Mehmet Education and Research Hospital in April 2014. Survey method was used in the study and 202 medical staff attended in total. The obtained data analyzed in the SPSS program (Statistical Package for Social Sciences) and face to-face interview method was applied for the questionnaire.
RESULTS: 67,8% of the health workers participating in the survey have undergraduate/graduate degree, 52,6% of whom working in high risk areas. Working over 5 years percentage is 64,4%. 54.3% of the employees thinks suitability for the job, 65.4% of them emphasize that strong friendship relations in the business environment, 60.9% of them consider high wage and 60.9% of them imply appreciation of the work done increases their motivation. 60% of the employees emphasize lack of equipment and required materials; 66,3% think inadequacy of physical factors as lighting, aeration and noisiness; 63,9% declare injustice of the wages rather than low wages reduce their motivation. 63,9% thinks that it reduces the motivation of the wage injustice beside the low wage.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There are several factors that influence the motivation of healthcare personel who work in the institution. An administrator who wants to increase efficiency and patient satisfaction in health care organizations needs to use effectively employee motivation and motivation tools. It is recommended managers to consider health workers feedback on their motivation tools when they creating management systems and do corrective and preventive activities for increasing motivation.

CASE REPORT
6.Secondary Hyperkalemic Paralysis That Mimics Guillain-Barré Syndrome
Sinan Kazan, Sena Ulu, Hayri Demirbaş, Ebru Caran, Mesut Çeliker, Elif Dizen Kazan
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.717  Pages 149 - 151
Parestezi ve paralizi gibi nörolojik bulgular daha çok hipopotaseminin klinik belirtileri olsa da, ciddi hiperpotasemi de nadiren paralizi ile prezente olabilir. Asendan paralizi ile başvuran bir hastada ilk akla Guillain-Barré sendromu (GBS) gelse de, hiperkalemi nadiren asendan paraliziye sebep olabilir. Burada nadir görülmesi nedeniyle GBS’yi taklit eden bir sekonder hiperkalemik paralizi olgusunu sunuyoruz. Asendan paralizi ile gelen bir hastada elektrolit anormalliği olabileceği akılda tutulmalıdır. Gelişebilecek mortal komplikasyonları önleyebilmek için elektrolit inbalansı hızla tedavi edilmelidir.
Neurological findings such as paresthesia and paralysis are more likely clinical manifestations of hypopotassemia, whereas severe hyperpotasemia may rarely be presumed to be paralysis. Although Guillain-Barré syndrome is the first disease coming to mind in a patient presenting with ascending paralysis, hyperkalemia rarely causes ascending paralysis. Here we present a case of secondary hyperkalemic paralysis mimicking GBS because of its rarity. It should be kept in mind that there may be an electrolyte abnormality in a patient with ascending paralysis. To prevent mortal complications that may develop, electrolyte inbalance should be treated rapidly.

7.Neurological Effect of Carbonmonoxide Intoxication: Globus Pallidus Infarction
Hatice Kübra Önder, Özlem Güneysel, Eren Gökdağ
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.716  Pages 152 - 154
Acil servise bilinç değişikliği nedeniyle getirilen ve karbonmonoksit zehirlenmesi tanısı koyulan; santral sinir sistemi görüntülemelerinde tipik difüzyon MR bulgularına rastlanan bir olgu sunulmuştur. Karbon monoksit intoksikasyonu sık rastlanan bir klinik olsa da kanıtlanmış nörolojik bulguları oranı bilinmeyecek kadar nadirdir. Santral sinir sistem görüntüleme yöntemlerinde karbonmonksit zehirlenmesine bağlı bilateral globus pallidus infarktını olgu olarak sunuyoruz. Santral sinir sistem lezyonlarında karbonmonksit zehirlenmesi akılda tutulmalıdır.
A fifty-one year old male, with altered mental status, who was diagnosed as carbon monoxide intoxication, with typical central nervous system diffusion MR lesions. Although carbon monoxide intoxication is a common clinical condition, the proportion of proven neurological findings is too low to be known. Here we report a case, who has bilateral globus pallidus infarction due to carbon monoxide intoxication in central nervous system imaging. carbon monoxide poisoning should be kept in mind in patients with central nervous system lesions.

8.Dermoid Cyst of the Mesentery: Case Report
Zeynep Sönmezışık, Burcu Anıl, Muammer Hakkı Karakaş
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.706  Pages 155 - 157
Dermoid kist matür teratomların alt grubu olup ağırlıklı olarak ektodermal elemanlar içerir. Mezenterik dermoid kist abdominal bölgede oldukça nadir rastlanan bir tümördür ve mezenterik kistik lezyonların ayırıcı tanısında yer almalıdır. Olgumuzda enfekte mezenterik dermoid kistin radyolojik bulguları ve zaman içerisinde takibinde kist çevresinde komşu mezenterde ortaya çıkan reaktif değişikliklerin sunulması amaçlanmıştır.
Dermoid cyst is a subgroup of mature teratoma that contains mainly ectodermal elements. Dermoid cyst of the mesentery is a rarely encountered tumor in abdominal region and it should be considered in the differential diagnosis of the cystic masses of the mesentery. Herein, we aim to present the radiologic findings in a spontaneously infected mesenteric dermoid cyst and the reactive changes in surrounding mesentery over time during followup.

9.Escitalopram Induced Bruxism and Dental Fracture
İbrahim Gündoğmuş, Murat Kıyançiçek, Mustafa İspir, Hakan Kullakçı, Ayhan Algül
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.702  Pages 158 - 160
Günümüzde depresyon tedavisinde SSRI olan ilaçlar düşük yan etkileri ve kolay tolere edilebilmelerinden dolayı ilk sırada tercih edilen güçlü ve etkili ilaçlardır. Sinaptik aralıkta serotonin miktarını arttırarak etki gösteren essitalopramın, yan etki profili SSRI sınıfındaki diğer ilaçlarla benzerdir. Nokturnal bruksizm, uyku sırasında dişlerin fonksiyonel olmayan şekilde sıkılması, istemsiz çene kilitlenmesi, diş gıcırdatma ve aşındırmayı içine alan bir motor bozukluktur. Nokturnal bruksizmin başlangıç mekanizması henüz tam anlaşılabilmiş değildir fakat nörokimyasal mekanizmalar üzerinde durulmaktadır. Serotonerjik aktivite artışı ile SSRI’ların nokturnal bruksizm oluşturabileceğini gösteren yayınlar mevcuttur. Bu yazımızda essitolapram 10 mg/gün kullanan hastada gelişen bruksizm ve dental fraktürün sunulması amaçlanmıştır.
Today, in the treatment of depression, SSRI, which are powerful and effective drugs, preferred at the first, because of less side effect and easy tolerated. Escitalopram, which increases the amount of serotonin in the synaptic spacing, side effects are similar to other drugs in SSRI class. Nocturnal bruxism is a motor disorder containing; nonfunctional clenching of the teeth during sleep, involuntary jaw locking, teeth grinding and abrasion. Initiation mechanism of nocturnal bruxism has not been fully understood, yet but neurochemical mechanisms are emphasized. There are publications showing that SSRIs can create nocturnal bruxism with increased serotonergic activity. In this article, we aimed to present a patient using 10 mg / day essitolapram with bruxism and dental fracture.

10.Acquired Hepatocerebral Degeneration: A Case Report
Eren Gözke, Mustafa Eser, Sıdıka Sinem Taşdemir, Pelin Doğan Ak
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.692  Pages 161 - 163
Kronik karaciğer hastalıkları nörolojik belirti ve bulgularla ortaya çıkabilir. Seruloplazmin eksikliğine bağlı olarak gelişen ve genetik kökenli olan Wilson hastalığı en bilinen örnektir. Başka kronik karaciğer patolojileri de klinik tablodan sorumlu olabilir. Kranial MR’da bazal ganglionlar düzeyinde özellikle mangan olmak üzere ağır metal birikimleri görülür. Burada denge bozukluğu, dilde peltekleşme, ellerde titreme ve istemsiz
hareketleri olan kriptojenik siroz tanılı, edinsel (nonWilsonian) hepatolentiküler dejenerasyon olarak değerlendirilen 54 yaşındaki kadın hasta sunulmaktadır.
Chronic liver diseases can manifest itself with neurological sign and symptoms. Wilson disease is a rare genetic disorder related to ceruloplasmin deficiency and best-known example of chronic liver diseases related neurological findings. Also other chronic liver pathologies can be responsible for clinical picture. Cranial MRI shows heavy metal deposits, especially manganese, at the level of basal ganglions. Here we present a 54-year-old female patient diagnosed with acquired (non-Wilsonian) hepatolenticular degeneration related to cryptogenic cirrhosis who has balance disorder, dysarthria, tremor at hands and involuntary movements.

11.Trauma-Induced Di̇ssoci̇ati̇ve Psychosi̇s: A Case Report
İbrahim Gündoğmuş, Mustafa İspir, Osman Bakkal, Ayhan Algül
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.703  Pages 164 - 166
Dissosiyasyon, bellek, bilinç, kimlik, beden temsili, algı, emosyon, motor kontrol ve davranış gibi psikolojik işlevlerin arasında ayrışma ile karakterizedir. Toplumda görülen en sık psikiyatrik hastalıklardan biri olan dissosiyatif bozukluklar, etyolojisinde genetik etkinliğin en zayıf fakat travma ve çevresel etkenlerle en fazla ilişkisi olan psikiyatrik rahatsızlıklardır. Psikotik ve dissosiyatif özelliklerin bir arada olduğu dissosiyatif psikoz; davranış, düşünce, affekt ve bilişsel işlevlerde ani başlangıçlı bir bütünlük kaybının meydana geldiği, gerçeği değerlendirmenin
bozulabildiği, dissosiyatif içerikli ve kısa sürede tam iyileşebilen, travmatik etkenlerin yol açtığı bir psikozdur. Dissosiyatif psikoz tablosunda, ani başlangıç, işitsel ve görsel varsanılar, sanrılar, depersonalizasyon, dezorganize davranışlar, intihar girişimi, hafıza kaybı, çocuksu davranışlar, büyük çılgınlıklar, bağırıp çağırma, donakalım, deliryum izlenimi verecek derecede şaşkınlık ve çevresini-insanları tanımama hali, gülmeler, ağlamalar, kendisine ve çevresine zarar verme görülebilir. Ağır bir travma sonrası ortaya çıktığı düşünülen bu durum birkaç gün en fazla birkaç hafta sürebilmekte, antipsikotik ilaçlara yanıt vermemekte, kısa sürede tam remisyona ulaştığı düşünülmektedir. Ülkemizde düşünülenden daha sık görülmekte olan dissosiyatif psikoz, ruhsal bir travma sonrası bir kriz dönemi olarak da adlandırılabilir ve genellikle acil başvurusu görülür. Burada travmaya bağlı dissosiyatif psikoz olgusunu sunuyoruz.
Dissociation is characterized by a disconnection between psychological functions as thoughts, perception, emotion, motor control, identity, consciousness, memory, body representation and behavior. Dissociative disorders are one of the most common psychiatric disorders in the community with the least genetic effect in etiology in contrast to the greatest association with trauma and environmental factors. Dissociative psychosis in which psychotic and dissociative features coexist; is a psychosis caused by traumatic factors, which is characterized by dissociation of a sudden onset of completeness in behavior, thought, affection and cognitive functions, disorientation of reality, dissociative content and short-lived recovery. Sudden onset, auditory and visual hallucinations, delirium, depersonalization, disorganized behaviors, suicide attempts, memory loss, childlike behavior, great madness, screaming, catatonia, delirium, crying, self-harm and harming others can be observed in the dissociative psychosis table. This condition which is believed to have emerged after a severe trauma lasts from a few days up to several weeks, does not respond to antipsychotic drugs, and is believed to achieve full remission in a short period of time. Dissociative psychosis, which is more frequently seen in our country, may be called as a crisis period after a mental trauma and is usually seen in urgent applications. Here in we are presenting a case of trauma-induced dissociative psychosis.

REVIEW
12.Laboratory Findings of Ankylosing Spondylitis
Arzu Atıcı
doi: 10.15659/bogazicitip.17.10.687  Pages 167 - 170
Ankilozan spondilit, sakroiliak eklemler ve omurga
tutulumu ile karakterize spondilartropati grubundan sistemik inflamatuar bir hastalıktır. Hastalığın semptomları
sıklıkla geç adolesan veya erken erişkin dönemde başlar.
Tanı klinik, laboratuar ve radyolojik bulgulara dayanır.
AS için spesifik laboratuar testleri yoktur. Ancak hastalık aktivitesini değerlendirmek için akut faz reaktanları,
sınıflama için ise HLA B-27 sıklıkla kullanılmaktadır. Bu
makalede ankilozan spondilitte kullanılan laboratuar
bulguları tartışılacaktır
Ankylosing spondylitis is a systemic chronic inflammatory disease that mainly affects the sacroiliac joint and spine. It is a type of spondyloarthritis. Symptoms
usually start at late adolescent or early adult period. Diagnosis is based on a combination of clinical, laboratory
and radiology findings. There is no specific diagnostic
laboratory test, but acute phase reactants indicate disease activity and classification criteria include HLA-B27
test. Laboratory findings of ankylosing spondylitis is
discussed in this article.

LookUs & Online Makale