ISSN 2149-0287
Boğaziçi Tıp Dergisi - Bosphorus Med J: 4 (2)
Cilt: 4  Sayı: 2 - 2017
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Mobbing Davranışı ve İki Kamu Hastanesi Çalışanlarına Yönelik Anket Çalışması
Mobbing Behavior and Two Public Hospitals Survey for Employees
Eylem Yılmaz, Selma Söyük
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.648  Sayfalar 55 - 61
GİRİŞ ve AMAÇ: Araştırmanın amacı, iki kamu hastanesinde çalışan sağlık personelinin mobbing davranışı ile karşılaşma durumlarını ve mobbing karşısında baş etme yöntemlerini belirlemektir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma tanımlayıcı nitelikte planlanmıştır. Araştırma örneklemini 04.11.2012 ve 30.05.2013 tarihleri arasında Marmara Bölgesi’nde
kolayda örneklem yoluyla seçilen bir kamu hastanesi ve ağız ve diş sağlığı merkezinde çalışan sağlık personelleri oluşturmaktadır. Verilerin toplanmasında sosyodemografik özellikleri, mobbing davranışı ile karşılaşma durumlarınınım ve mobbing davranışına maruz kalan personelin nasıl tepki gösterdiklerinin yer aldığı üç bölümden oluşan anket formu kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmada kamu hastanesi ve ağız ve diş sağlığı merkezindeki tüm çalışanların en az bir defa mobbing davranışına maruz kaldığı ve mobbing davranışı ile karşılaştıkları görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mobbing davranışı özellikle sağlık hizmeti verilen kamu kurumlarında oldukça sık görülmektedir.
INTRODUCTION: The research has been planned in the nature of comparative descriptive with the aim of determining the circumstances of encounter with mobbing behavior of State Hospital’s health staffs and assistants.

METHODS: All health care workers and assistants working in public hospital and Oral Health Care Center are in this research sample on between 04 November 2012 and 30 May 2013. A questionnaire form consisting of 3 parts was used so as to designate.
RESULTS: In the study it was seen that all employees in the public hospital and oral and dental health center were exposed to mobbing behavior at least once and met with mobbing behavior.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Consequently, mobbing behavior is frequently seen especially in the public institutions serving as health care service.

2.
Acil Serviste İlaç İntoksikasyonu Ve Serum İlaç Düzeyi İlişkisi
Drug İntoxication At Emergency Service And Serum Drug Level Relationship
Servan Kara, Zeynep Mine Kara, Arzu Denizbaşı Altınok, Özge Ecmel Onur
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.669  Sayfalar 62 - 67
GİRİŞ ve AMAÇ: İlaç ve ilaç dışı maddelerle oluşan zehirlenmeler günümüzde hala önemli bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Bu çalışmada, suicid amaçlı ilaç intoksikasyonu tanısı ile başvuran hastaların yaş, cinsiyet, ilacın cinsi gibi demografik özelliklerinin tespiti, ve alınan ilacın serum düzeyi ile klinik takip sonucu arasındaki ilişkiyi araştırmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya suisid amacıyla ilaç aldığı saptanan ve serumda düzeyi tespit edilebilen ilaç zehirlenmesi olan 18 yaş üstü hastalar alındı. Hastaların yaş, cinsiyet, geliş vital bulguları kayıt altına alındı. Taburcu edilen ve yoğun bakım ünitesine kabul edilen hastalar olarak 2 grup oluşturuldu. Böylelikle serum ilaç düzeyine göre klinik korelasyon arasındaki ilişki incelendi.
BULGULAR: Şubat 2013-Ağustos 2013 arasında acil servisimize başvuran çalışma normlarımıza uygun 60 hasta incelenmiştir. Hastalarımızın %71,7 si bayan (n=43), %28,3 ü erkekti (n=17). Yaş ortalaması 26,88±8,88 tespit edildi. Klinik seyire göre dağılımda hastaların 38’ i (%63,3) acil serviste en az altı (6) saat, en fazla 24 saat gözlendikten sonra taburcu edildiği, 22’sininde (%36,7) yoğun bakıma nakledildiği görülmüştür. Trisiklik antidepresanın (TSA) yüksek serum düzeylerinin artmış yoğun bakım yatışı ile ilişkili idi. Her 2 gruptaki parasetamol seviyeleri birbirine yakın değerde idi ve bu seviyelerin yoğun bakım yatışı üzerinde anlamlı bir etkisi yoktu. Ve yine, çalışmamızda vital bulgular ile ilaçlar arasındaki ilişki de tespit edildi. Bununla birlikte, TSA alan grup, istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük ortalama arteryal basınç (OAB), artmış kalp hızı ve solunum hızına sahipti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak aldığı ilaç miktarı tam olarak bilinmeyen veya ifade edemeyen hasta grubunda taburculuk veya yatış kararının verilmesinde serum ilaç düzeylerinin yanında klinik bulguların özellikle OAB, nabız gibi vital parametrelerin de beraber değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: Intoxications due to drugs and other substances are still an important health issue. In this study we want to investigate the correlation between serum drug levels and demographic properties of patients who present to the emergency department with suicide attempts with drugs.
METHODS: Patients over 18 years of age who presented to emergency department (ED) with drug intoxication due to suicide attempt and whose blood drug levels could be obtained are included in our study. Age, gender, vital signs on presentation are all recorded. Two major groups were formed, patients who are discharged and who were admitted to intensive care unit (ICU). By this data, correlation between the drug levels and clinical progress is observed.
RESULTS: Between February 2013 and August 2013, 60 patients who met our inclusion criteria were studied. 71,7% were female (N=43), %28,3 were male (n=17). Mean age was 26.88±6.2. 38 patients (63,3%) were monitored in ED for 6 to 24 hours and were discharged. 22 patients(36,7 %) needed ICU admission. The higher blood levels of tricyclic antidepresants (TCA) correlated with higher incidence of ICU admission. Paracetamol levels in both groups were nearly same, and these levels proved no importance in ICU admission. And, we also observed the correlation between the drugs and vital signs in our study. In addition to this, The group who had TCA, had statistically significant low mean arterial pressures, faster heart rate and faster respiratory rate.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We conclude that clinical decision making of patients with unknown or undetermined amounts of drug intake should be made not only according to their blood drug levels but also to their clinical states and their vital signs especially mean arterial pressure (MAP), heart rate.

3.
Elektif Sezaryen Doğumlarda İntratekal Levobupivakaine Eklenen Fentanil ile Morfinin Etkileri
Effects of Fentanyl and Morphine Combined with Intrathecal Levobupivacaine in Elective Cesarean Sections
Yıldız Yiğit Kuplay, Dilek Subaşı, Ahmet Yıldırım, Güldem Turan
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.675  Sayfalar 68 - 76
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma; sezaryen doğum operasyonunda kombine spinal-epidural anestezide (KSEA) intratekal levobupivakaine eklenen fentanil ve morfinin etkilerini değerlendirmek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastane etik kurul onayı ve olguların yazılı onayları alındıktan sonra elektif sezaryen doğum operasyonu geçirecek ASA I-II grubunda, rejyonel anestezinin kontrendike olmadığı, 18–45 yaşları arasında 40 gebe kadın çalışmaya dahil edildi. Hastalar rastgele randomizasyonla Grup LF (n: 20); 7,5 mg % 0.5 levobupivakain + 25 µg fentanil ve Grup LM (n: 20); 7,5 mg % 0.5 levobupivakain + 100 µg morfin olarak çalışmaya dahil edildi.
BULGULAR: Her iki grupta bütün bireylerin “cilt inzisyonu” VAS skorları “0” olarak tespit edilmiştir. Gruplar arasında yapılan karşılaştırmalarda, grupların “uterus inzisyonu” ve “postop 30. dakika” VAS skorları dağılımları arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Ancak grupların “periton kapatma” ve “postop 60. dakika” VAS skorları dağılımları arasında anlamlı bir farklılık olduğu görülmüştür (p<0,05). “Periton kapatma” ölçümünde, Grup LM’de VAS skorları 3, 4 ve 5 değerlerinde yoğunlaşırken, Grup LF’de VAS skoru 0 değerinde önemli sayıda hastanın olduğu tespit edilmiştir. “Postop 60. dakika” ölçümünde ise Grup LM’de hastaların çok büyük bölümünün VAS skoru
0 iken Grup LF’de hastaların 0, 2, 3, 5 ve 6 değerlerine dağıldığı görülmüştür. Grup LF’nin “en üst motor bloğa ulaşma” süresinin ortalama değerinin Grup LM’ den anlamlı düzeyde yüksek olduğu tespit edilmiştir. Grup LM’ nin “ilk analjezik ihtiyacı” süresinin ortalama değerinin ise; Grup LF’den anlamlı düzeyde yüksek olduğu belirlenmiştir. Grup LM’de duysal blok seviyesi değerlerinin T2, T3 ve T4’e dengeli dağıldığı, Grup LF’de ise; T2 ve T4’te önemli bir yoğunlaşmanın olduğu tespit edilmiştir Gruplar arasında yapılan karşılaştırmalarda, grupların görülen yan etkiler dağılımı açısından anlamlı bir farklılık göstermediği tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Levobupivakaine kardiyovasküler ve santral sinir sistemine düşük yan etki profili nedeniyle gebelerde sezaryan doğumda güvenle kullanılabilecek bir lokal anestezik olup % 0,5 lik levobupivakaine eklenen 25 µg fentanyl ve 100 µg morfin ile anne ve bebekte düşük yan etki profili oluşturup diğer çalışmalara göre daha kısa sürede bir motor bloğun gelişmesiyle birlikte levobupivakaine eklenen morfin daha uzun süreli bir analjezi sağlamakta ve postop dönemde hastaların analjezi ihtiyacını azaltmaktadır.
INTRODUCTION: This study was conducted with the aim of evaluating the effects of fentanyl and morphine used in addition to intracethecal levobupivacaine in combined spinal-epidural anesthesia (CSEA) in cesarean section operations.
METHODS: After approval of the hospital’s ethical board and written approvals of the patients, 40 pregnant women undergoing elective cesarean section delivery, aged 18 to 45, ASA group I-II, in whom regional anesthesia is not contraindicated were included. Included patients (n: 40) were randomized into two groups with first group LF (n: 20) to receive 7,5 mg %0.5 levobupivacaine + 25 mcg fentanyl and second group LM (n: 20) to receive 7,5 mg %0.5 levobupivacaine + 100 mcg morphine. Patients’ motor block initiation time, motor and sensory block levels at minutes 1, 3, and 5, blood pressure and heart rates, time needed for sensory block to reach T4, time needed for motor block to reach highest level, highest levels of motor and sensory block, time of first required analgesic, motor block reversal time, intrathecal injection to delivery and intrathecal injection to end of operation time, blood pressure, heart rate, and spO2 levels of the mother every 5 minutes, umbilical vein blood gases of the baby, Apgar scores at minutes 1 and 5, side effect profile (hypotension, nausea-vomiting, bradycardia, ephedrine requirement, itching, postoperative headache), peroperative and postoperative VAS scores (VAS score 0 for no pain, 5 for moderate, 10 for severe pain) were recorded.
RESULTS: In both groups all individuals’skin incision VAS score was accepted to be “0”. When groups were compared no significant difference was found in “uterine incision” and “postoperative 30 min” VAS scores. However a significant difference was observed between “peritoneal closure” and “postoperative 60 min” VAS scores of the groups (p<0.05). In “peritoneal closure” measures Group LM VAS scores concentrated around 3,4,5 while Group LF had a significant amount of patients at 0 score. In “postop 60 min” measures Group LM patients had a large portion at VAS score 0 while Group LF had patients distributed at values 0, 2, 3, 5, and 6. Group LF’s “time needed to reach highest motor block” mean was significantly higher than that of Group LM. Group LM’s “time of first required anesthetic” mean was significantly higher than that of Group LF. Group LM’s sensory block levels were distributed rather equally among T2, T3 and T4 while in Group LF there was a concentration at levels T2 and T4. There was no significant difference between groups concerning seen side effects.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Levobupicavaine is a local anesthetic that can be used safely in cesarean section of pregnant women due to its low side effect profile in cardiovascular and central nervous systems. 25 µg fentanyl and 100 µg morphine added to %0,5 levobupivacaine has a low side effect profile in the mother and the baby, and results in a shorter time motor blockage than previous studies. Morphine added to levobupivacaine provides a longer analgesia duration and reduced analgesia requirement in the postoperative period.

4.
Kas İskelet Hastalıklarında Basınç Ağrı Eşiği
Pressure Pain Threshold in Musculoskeletal Disorders
Özbil Korkmaz Gürel, Aslıhan Taraktaş, Duygu Kurtuluş, Cengiz Bahadır
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.676  Sayfalar 77 - 83
GİRİŞ ve AMAÇ: Ağrı kas iskelet sistemi bozukluklarında en belirgin semptomdur. Ağrıya karşı genel aşırı duyarlılık sıklıkla kronik ağrı koşullarıyla ilişkilidir. Bu çalışmada, farklı kas-iskelet sistemi hastalık gruplarının ağrı derecelerini, ağrı basınç eşiği ve görsel analog skala ile karşılaştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya ankilozan spondilit (n = 34), fibromiyalji (n = 30), miyofasiyal ağrı sendromu (n = 33), osteoporoz (n = 34), jeneralize osteoartrit (n = 34) ve romatoid artrit (n = 34) tanısı alan hastalar ve sağlıklı kişiler (n = 30) dahil edildi. Psikolojik değerlendirme için
Beck depresyon envanteri, klinik ağrıyı ölçmek için görsel analog skala (VAS) kullanıldı. PPT ölçümleri hastalık tutulumu göstermeyen alanlardan yapıldı: orta deltoid, orta ulna, hipotenar belirginlik, başparmak, orta tibia ve kuadriseps femoris.
BULGULAR: Klinik ağrı için VAS skoru, ankilozan spondilitte 4.76 ± 3.15, fibromiyaljide 7.44 ± 2.42 idi. Fibromiyalji, ağrı duyarlılığının arttığını gösteren tüm ölçüm yerlerinde tutarlı olarak en düşük PPT’ye sahipti. Miyofasyal ağrı sendromu ve ankilozan spondilit, ağrıya sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında daha fazla duyarlılık göstermeyen tek hastalıktı. Osteoporoz hastaları ayrıca VAS’da ortalama klinik ağrı 6.09 ± 3.23 ve doğrulanmış kırıkların varlığına bakılmaksızın genel hassasiyet göstermiştir. Genel olarak, kadın cinsiyet, ileri yaş, depresyon ve NSAID kullanımı düşük PPT ile koreleydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ağrı duyarlılığının düzeyi, kas-iskelet bozukluklarının mekanizması ve tedavi seçenekleri hakkında ipucu sağlayabilir.
INTRODUCTION: Pain is the most significant symptom in musculoskeletal disorders. General hypersensitivity to pain is often associated with conditions of chronic pain. In this study we compared pain degrees of different musculoskeletal disease groups by pain pressure threshold and visual analog scale.
METHODS: Patients diagnosed with ankylosing spondylitis (n=34), fibromyalgia (n=30), myofascial pain syndrome (n=33), osteoporosis (n=34), generalized osteoarthritis (n=34) and rheumatoid arthritis (n=34) and healthy subjects (n=30) were included in the study. Beck depression inventory was used for psychological evaluation. Visual analog scale (VAS) was used to quantify clinical pain. PPT measurements made from the areas that generally not showing involvement of disease: at middle deltoid, middle ulna, hypothenar eminence, thumb, mid-tibia, and quadriceps femoris.
RESULTS: VAS score for clinical pain ranged from 4.76±3.15 in ankylosing spondylitis to 7.44±2.42 in fibromyalgia. Fibromyalgia consistently had the lowest PPT across all sites of measurements indicating increased pain sensitivity. Myofascial pain syndrome and ankylosing spondylitis were the only diseasesthat did notshow greatersensitivity to pain compared to healthy controls. Osteoporosis patients also reported an average clinical pain of 6.09±3.23 on VAS, and showed general tenderness regardless of presence of verified fractures. Overall, female gender, advanced age, depression and NSAID use correlated with lower PPT
DISCUSSION AND CONCLUSION: The level of pain sensitivity may provide a clue regarding the mechanism and treatment options of musculoskeletal disorders.

5.
Mikroalbüminürisi Olmayan Tip 2 Diyabetik Hastalarda Nabız Basıncı ile Üriner Albümin Atılımı Arasındaki Korelasyon
Correlation Between Pulse Pressure and Urinary Albumin Excretion in Type 2 Diabetic Patients without Microalbuminuria
Elif Dizen Kazan
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.682  Sayfalar 84 - 88
GİRİŞ ve AMAÇ: Mikroalbüminüri diyabetik nefropatinin klinik olarak tespit edilebilen ilk evresidir ve kardiyovasküler hastalıklar için bir risk faktörüdür. Artmış nabız basıncı da kardiyovasküler bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Bu çalışmamızda mikroalbüminüri düzeyine ulaşmamış üriner albümin atılımı olan tip 2 diyabetik hastalarda üriner albümin atılımı ile nabız basıncı arasındaki korelasyonu araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2015-Mayıs 2016 tarihleri arasında poliklinik kontrollerine gelmiş tüm tip 2 diyabet hastaları retrospektif olarak incelendi. Üriner albümin atılımı 30 mg/24 saat’in altında olan hastalar çalışmaya alındı. Tekrarlayan kayıtları önlemek amacıyla her hastanın ilk geliş kayıtları incelendi. Hastalar nabız basıncına göre ≤46 mmHg olanlar, 46-56 mmHg arasında olanlar ve ≥56 mmHg olanlar olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Gruplar üriner albümin atılımı açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya %70,1’i kadın (n: 103), %29,9’u erkek (n: 44) toplam 147 hasta dahil edildi. Nabız basıncı grupları arasında açlık plazma glukozu, HbA1c, total kolesterol, LDL kolesterol, HDL kolesterol, trigliserid, üre ve kreatinin değerleri açısından fark yoktu (sırasıyla
p: 0,06, p: 0,1, p: 0,8, p: 0,7, p: 0,1, p: 0,6, p: 0,2 ve p: 0,09). Ortalama üriner albümin atılımı nabız basıncı ≤46 mmHg olan grupta 6,92±4,2 mg/24 saat, 46-56 mmHg arasındaki grupta 11,15±7,7 mg/24 saat ve nabız basıncı en yüksek olan grupta ise 15,31±5,8 mg/24saat idi. Grupların üriner albümin atılımı değerleri ile nabız basınçları arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif bir korelasyon mevcuttu (p<0,0001, r: 0,458).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız şunu ortaya koymuştur ki; nabız basıncı arttıkça mikroalbüminürisi olmayan diyabetli hastalarda üriner albümin atılımı artmaktadır. Bu bulgu mikroalbüminüri gelişimi açısından bir risk faktörü olabilir. Nabız basıncının diyabetik nefropati gelişimi üzerine etkilerini araştıran ileri çalışmalara ihtiyaç vardır
INTRODUCTION: Microalbuminuria is the first clinically detectable stage of diabetic nephropathy and a risk factor for cardiovascular diseases. Also increased pulse pressure is regarded as a cardiovascular risk factor. In this study we aimed to investigate the correlation between urinary albumin excretion and pulse pressure in type 2 diabetic patients whom urinary albumin excretion did not reach to microalbuminuria level.
METHODS: All type 2 diabetic patients were retrospectively analyzed who come for outpatient control between January 2015 and May 2016. Patients have a urinary albumin excretion lessthan 30 mg/24h were included to study.First registrations of all patients were studied in order to prevent repeated recordings. Patients were divided into three groups according to pulse pressure as; ≤46 mmHg, between 46-56 mmHg and ≥56 mmHg. Groups were compared in terms of urinary albumin excretion.
RESULTS: Totally 147 patients were included the study; %70,1 (n: 103) were women and %29,9 (n: 44) were men. There were no differences between pulse pressure groups regarding to fasting plasma glucose, HbA1c, totally cholesterol, LDL-cholesterol, HDL-cholesterol, triglyserides, urea and creatinin levels(respectively p: 0,06, p: 0,1, p: 0,8, p: 0,7, p: 0,1, p: 0,6, p: 0,2 ve p: 0,09). The mean urinary albumin excretion was 6.92 ± 4.2 mg / 24 hours in the group ≤46 mm Hg, 11.15 ± 7.7 mg / 24 h in the group between 46-56 mmHg and 15 31 ± 5.8 mg / 24h in the group with the highest pulse pressure. There was a statistically significant positive correlation between urinary albumin excretion rates and pulse pressure groups (P <0.0001, r: 0,458).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study shows that urinary albumin excretion increases with the increase in pulse pressure in diabetic patients without microalbuminuria. This finding may be a risk factor for microalbuminuria development. Further studies are needed to investigate the effects of pulse pressure on diabetic nephropathy development.

6.
Acil Serviste Epistaksis: Rutin Kan Tahlili Her Zaman Gerekli mi?
Epistaxis in Emergency Room: Is Routine Blood Work Always Necessary?
Sinem Doğruyol, Mehmet Fatih Korçak, Çiğdem Özpolat, Arzu Denizbaşı
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.709  Sayfalar 89 - 94
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada üçüncü basamak bir sağlık kuruluşunun acil servisine epistaksis nedenli başvuran hastalar etyolojik, klinik ve demografik özellikler açısından değerlendirilmiştir. Çalışmamızın amacı bu tip hastalarda rutin istenen laboratuvar tetkiklerinin epistaksis etyolojisini aydınlatmadaki yerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2015 Ocak-2015 Haziran tarihleri arasında epistaksis tanısı konularak acil serviste değerlendirilmiş, 18 yaş ve üstü hastalar dahil edildi ve hasta dosyaları retrospektif olarak incelendi. Travma nedenli epistaksis olan olgular çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, eşlik eden ve kanamaya yatkınlık oluşturabilecek hastalıkları, kanamayla ilişkili ilaç kullanımları, vital bulguları ve kan tetkikleri değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmadaki 100 olgunun 48’i kadın, 52’si erkek olup, yaş ortalamaları 58,22±16,76 olarak hesaplandı. Ortalama sistolik kan basıncı 147±31,39, ortalama diyastolik kan basıncı 88,38±20,12 şeklindeydi. Olgularda hipertansiyon (%59), diyabetes mellitus (%16), kronik böbrek yetmezliği (%3), malignite (%6), Glanzman hastalığı (%1) öyküsü olduğu saptandı. Kronik hipertansiyon tanısı olan ve acile geliş anında hipertansif olarak saptanan 33 olgunun 4’ünde uluslararası düzeltme oranı (INR) yüksekliği olduğu ve bunlardan bir olgunun warfarin sodyum kullanmakta olduğu görüldü. Bu durum istatistiksel olarak anlamlı saptandı (p=0.022). Kanama ile ilişkili ilaç kullanım oranları warfarin sodyum (%11), asetil salisilik asit (%26) ve klopidogrel (%6) şeklindeydi. Neoplastik hastalık öyküsü olanlarda düşük hemoglobin ve yüksek INR değerleri saptandı (p<0.005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hipertansiyon, yaşa bağlı olarak sıklığı artan ve epistaksis etyolojisinde önemli yer tutan bir durumdur. Tek başına hipertansiyon, epistaksis etyolojisini açıklamakta çoğu olguda yeterli olabilmektedir. Kronik hipertansiyon tanısı olan ve aynı zamanda acile geliş anında hipertansif olarak saptanan hastalarda epistaksis etyolojisini belirlemek üzere ek laboratuvar tahlili almanın gerekli olmayabileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Patients who applied to the emergency room of a tertiary hospital with epistaxis were evaluated in this study in terms of etiological, clinical and demographical characteristics. Our aim is to determine the value of routine laboratory tests in enlightening the etiology of
epistaxis.
METHODS: Between January 2015-June 2015, above 18 years old patients who were diagnosed with epistaxis in the emergency room were retrospectively reviewed from patient charts. Traumatic epistaxis cases were not included in the study. Patients were analzed in terms of age, sex, comorbidities and medications that may lead to bleeding, vital parameters and blood tests.
RESULTS: The study consisted of 100 patients (52 male, 48 female) and the average age was 58,22±16,76. Median systolic blood pressure was 147±31,39, while median diastolic pressure was 88,38±20,12. Hypertension (59%), diabetes mellitus (16%), malignancy (6%), chronic renal failure (3%) and Glanzman disease were the comorbidities of the patients. Thirty three of the cases with a diagnosis of chronic hypertension were also vitally hypertensive at the admission of the emergency room. International normalized ratio (INR) was elevated in
four of these patients and one of them was using warfarin sodium which was statistically significant (p=0.022). Medications that may lead to bleeding were warfarin sodium (11%), acetylsalicylic acid (%26) and clopidogrel (%6). Low hemoglobin level and elevated INR was seen in patients with a history of malignancy (p<0.005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hypertension is an etiological factor in epistaxis with increased incidence related to age. Hypertension alone is generally sufficient to explain the etiology of epistaxis. We believe that additional laboratory tests may not be necessary to determine the etiology of epistaxis in patients which have a diagnosis of chronic hypertension and are vitally hypertensive at the same time.

OLGU SUNUMU
7.
Clay Shoveler Kırığı: Olgu Sunumu
Clay Shoveler’s Fracture: Case Report
Serdar Özdemir, Gökhan Aksel
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.647  Sayfalar 95 - 96
Clay Shoveler kırığı daha çok alt servikal vertebralar ve üst torakal vertebralar seviyesinde görülen spinöz proçes kırığıdır. En yaygın semptomu ağrıdır. Tedavide 4 hafta boynun immobilizasyonu (boyunluk kullanma), ağrı kontrolü için analjezikler önerilmektedir. Biz bu olgu sunumunda travma sonrası meydana gelen Clay Shoveler kırığı olgusunu görseli ile beraber sunmayı amaçladık.
The Clay Shoveler fracture is the fracture of the spinous process which is seen in the lower cervical vertebrae and upper thoracic vertebrae. The most common symptom is pain. Treatment includes immobilization for 4 weeks (using a collar), analgesics for pain control. In this case report, we aimed to present a case of the Clay Shoveler fracture that occurred after trauma with images.

8.
Retinal Arter Dal Tıkanıklığı Olgusunda Optik Koherens Tomografi ve Fundus Fluoresein Anjiografi Bulguları: Olgu Sunumu
Optic Coherence Tomography and Fundus Fluorescein Angiography Findings in a Patient with Retinal Artery Branch Occlusion: A Case Report
Fatih Bilgehan Kaplan, Yusuf Emre Doğan, Ayşe Yılmaz, Murat Yamiç, Murat Garlı, Yelda Buyru Özkurt
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.665  Sayfalar 97 - 101
59 yaşında bayan hastada arter dal tıkanıklığı sonrasında optik koherens tomografi (OKT) ve fundus fluorescein anjiografi (FFA) bulguları değerlendirildi.
OKT’de erken dönemde iç retinal katmanlarda kalınlık artışı ve hiperreflektivite, fotoreseptör tabakası ve retina pigment epitelinde ise reflektivitede azalma olduğunu görüldü. Foveolar çukurluk, foveadaki fotoreseptör tabakası ve altındaki retina pigment epitelinin normal olduğu görüldü. FFA’da arter akımında yavaşlama ve dolum defektleri görüldü. Geç dönemde tekrarlanan incelemelerde iç retinal tabakalarda atrofi gelişimi ve nöroretinal rimde incelme görüldü. OKT bulguları iskemi sonucu intrasellüler proteinlerin denaturasyonu ve yıkımı sonucu gelişen iç retinal tabakalardaki intrasellüler ödem ve geç dönemde gelişen atrofi ile uyumluluk göstermektedir.
59-years-old female patient after retinal artery branch occlusion optic coherence tomography (OCT) and fundus fluorescein angiography (FFA) findings were evaluated. OCT examination showed increased thickness and hyperreflectivity in the inner retinal layers, and decreased reflexivities in the photoreceptor layer and retinal pigment epithelium. Foveolar depression, foveal photoreceptor layer and underlying retinal pigment epithelium were normal. In FFA, slowing of arterial flow and filling defects were observed. Repeated examinations in the late period revealed atrophy in the inner retinal layers and thinnig at the neuroretinal rim. OCT findings are consistent with intracellular edema in the inner retinal layers, resulting from denaturation and destruction of ischemic intracellular proteins, and late atrophy

9.
Damar Yaralanması Sonrası Derin Metabolik Asidoz (Ph: 6.61) ve Sağkalım
Profound Metabolic Asidosis (Ph: 6.61) After Vascular Injury and Recovery
Emine Şeyma Denli Yalvaç, Mustafa Aldağ, Cemal Kocaaslan, Sıdıka Gürsel, Ebuzer Aydın
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.677  Sayfalar 102 - 104
Metabolik asidoz, kanda bikarbonat konsantrasyonunda azalmaya neden olan, vücut tamponlarının birincil tüketimi ile karakterize bir asit-baz bozukluğudur. Bu olguda delici kesici alet yaralanma sebebiyle acil servise başvuran ve hemorajik sırasında yaşamla bağdaşmayan derin metabolik asidoz (Ph=6.61) sonrası sağkalınımını ortaya koymaya amaçladık.16 yaşındaki erkek hasta delici kesici alet yaralanması sebebiyle acil servise başvurdu. Hastanın şuuru konfüze, hipotansif (40/20 mmHg) ve taşikardikti (145/dk). Hastanın aktif kanaması yoktu. Sağ alt ekstremitede uyluk posteriorunda yaklaşık 3 cm çapında açık yarası mevcuttu. Bilateral alt ekstremite nabızları elle alınamamaktaydı. Herhangi bir darp veya baska delici kesici alet yaralanması insizyonu olmayan hasta acilen entübe edilerek ameliyathaneye alındı. Per-operatif hastanın laboratuvar değerleri: Hemotokrit %17, hemoglobin 6 mg/dL, lökosit 22800 mm3, pH: 6.61, PaCO2 44.5 mmHg, PaO2 352 mmHg, HgHCO3: 3,8 mmol/L, BE: -31 mmol/L, laktat: 20 mmol/l, SO2 %97,4 idi. Sağ yüzeyel femoral arter ve sağ ana femoral vendetama yakın parsiyel kesi olduğu görüldü. Primer tamir tekniği ile arter, uç-uca onarım tekniği ile femoral ven tamiri yapıldı. Yapılan acil operasyondan iki saat sonra hastanın Ph değeri 7.24, baz açığı -10 mmol/L ve laktat 21 mmol/L olarak tespit edildi. Operasyondan 10 saat sonra hastanın kan gazı değerleri normale geldi ve hasta ekstübe edildi. Rehabilitasyon sonrası hasta postop 7.gün taburcu edildi. Bu olgu acil müdahale tedavisi ile hemostaz sağlanan derin metabolik asidozda (Ph: 6.61, Laktat: 20) sağkalımın mümkün olabileceğini göstermektedir.
Metabolic acidosis is an acid-base disturbance, which is characterized by primary consumption of body buffers and causing decreased blood sodium-bicarbonate level. In this case report we discuss a 16 years-old male with profound metabolic acidosis (PH=6.61) due to hemorrhagic shock resulted by stab wounds.A 16-year-old male was admitted to the emergency department due to stab wounds. When he was seen in the red area, his blood pressure could not be measured with loss of consciousness and no active bleeding. On examination, he had a 3-cm incised wound in the mid posterior thigh. No other organ injuries and wound were observed. Bilateral lower extremity pulses were not detectable. Immediately after his admittance to the operation room, blood gas analysis which was done prior to surgery revealed profound metabolic acidosis (pH: 6.61, PaCO2: 44,5 mmHg, PaO2: 352 mm, HgHCO3: 3,8 mmol/L, SpO2: %97,4 BE: -31 mmol/L, lactate: 20 mmol/l), hematocrit %17, hemoglobine 6 mg/dL and leucocyte 22800 mm3. It was seen that the right superficial femoral artery and right common femoral vein were cut near completely. Femoral artery repaired primarily and femoral vein was repaired by end-to-end anastomosis technique. The patient received 32 NaHCO3 over the next 2 hours with good improvement in his haemodynamic profile. Two hours after the emergency operation, he had a pH 7,24, base excess rate was −10.0 mmol/l and lactate 21 mmol/l. Ten hours later, arterial blood gas values were measured as normal and he was extubated. After seven days recovery period without problem, the patient was eventually discharged from hospital. To our knowledge this is the first reported case of survival after a pH of 6.61 secondary to hemorrhagic shock in our country. Also it should be considered that immediate operative hemostasis and vascular repair may help to patients to survive even at profound metabolic acidosis.

10.
Nadir Bir İnme Nedeni: Cadasil
A Rare Couse of Stroke: Cadasil
Tuba Nazlıgül, Feyza Ünlü Özkan, Ilknur Aktaş, Pınar Akpınar, Duygu Geler Gülcü, Metin Özaydın
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.678  Sayfalar 105 - 107
CADASIL (Cerebral Autosomal Dominant Arteriopathy with Subcortical Infarcts and Leukoencephalopathy/Serebral otozomal dominant arteriyopati ile subkortikal enfarktlar ve lökoensefalopati) Notch3 gen mutasyonundan kaynaklanan, bir serebral küçük damar hastalığıdır. Başlıca klinik bulguları geçici iskemik atak, inme, auralı migren, psikiyatrik semptomlar, erken başlangıçlı demans ve epileptik nöbetler şeklindedir. CADASIL genç inmenin önemli nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Erken yaşlarda ortaya çıkan ve ailesel özellik gösteren serebrovasküler olaylarda ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Etkilenmiş bireyler tespit edilerek diğer aile üyelerinin de genetik danışmanlık alması sağlanmalıdır. Bu vaka sunumunda Notch3 gen analiziyle CADASIL tanısını doğruladığımız genç iskemik inme atağı geçiren bir olguyu paylaştık.
CADASIL (Cerebral autosomal dominant arteriopathy with subcortical infarcts and leukoencephalopathy) is a cerebral small vessel disease caused by mutations in the Notch3 gene. The major clinical manifestations of CADASIL are transient ischemic attack, stroke, migraine with aura, psychiatric symptoms, early onset demantia and epileptic seizures. CADASIL is one of the important causes of stroke in young. CADASIL should be considered in young patients with stroke with a positive family history, thus identification of affected patients would enable family members to seek genetic counselling. In this report, we present a young patient with ischemic stroke that we established the diagnosis of CADASIL by Notch3 gene analysis.

11.
Diz Patolojisi ile Karışan Diyabetik Amyotrofi Olgusu
A Diabetic Amyotrophy Case Misdiagnosed as Knee Pathology
Gamze Gül Güleç, Ilknur Aktaş, Feyza Ünlü Özkan, Kübra Neslihan Kurt, Erhan Mesci
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.688  Sayfalar 108 - 110
Diyabetik amyotrofi (DA); sıklıkla Tip 2 diabetes mellitus hastalarında görülen, alt ekstremitelerde yanıcı tarzda ağrı ve proksimal kas güçsüzlüğüyle seyreden bir hastalıktır. Diyabet hastalarının daha yaşlı bir grubunu, sıklıkla 50 yaş üzerindeki erkekleri etkilemektedir. Nadir görülmesi sebebiyle tanınması zordur ve yanlış tanı alabilir. Yanlış tanı gereksiz tetkiklere ve tedavilere, hatta cerrahi girişimlere neden olabileceğinden alt ekstremitede ağrı ve güçsüzlük şikayetiyle gelen diyabetik hastalarda DA mutlaka akılda bulundurulmalıdır. Tanı klinik bulgular ve elektrofizyolojik çalışmalarla konur. Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) olası patolojileri dışlamak için kullanılabilir. Tedavide sıkı glisemik kontrol, ağrıya yönelik medikal tedavi ve fizik tedavi ve rehabilitasyon önemli yer tutar. Çoğunlukla spontan olarak geriler. Bu makalede diz patolojsiyle karışan bir DA olgusu eşliğinde DA kliniği, tanısı ve tedavi yöntemleri tartışıldı.
Diabetic amyotrophy (DA); is a disease of the lower extremity most commonly found in type 2 diabetes mellitus patients, with burning pain and proximal muscle weakness. It affects an older group of diabetics, more frequently males, usually over age 50. Because it is a rare condition, It represents a serious diagnostic challenge and therefore may be misdiagnosed. DA should be kept in mind in diabetic patients with pain and weakness in the lower extremity as misdiagnosis may cause unnecessary examinations and treatments, and even surgery. Diagnosis is based on clinical findings and electrophysiological studies. Magnetic resonance imaging (MRI) may be used to exclude possible pathologies. Tight glycemic control,medical treatment for pain and physical therapy and rehabilitation have an important place in treatment of DA. Its natural course mostly is spontaneous recovery. Herein we report a patient with knee pain finally diagnosed as DA and discuss the clinical features, pathology and management of DA with the review of literature.

DERLEME
12.
Hipospadias Cerrahisine Yaklaşım
A General Approach to Hypospadias Surgery
Cesim Irşi, Aytekin Kaymakçı
doi: 10.15659/bogazicitip.17.05.661  Sayfalar 111 - 116
Hipospadias, izole doğumsal anomaliler den olup insidansı 300 erkek çocukta 1 dir. Etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte; hormonal, genetik ve çevresel sebeblerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Cerrahi onarımda çok sayıda teknik tanımlanmış ve modifikasyonlarla birlikte bu sayı 300 civarındadır. Cerrahi sağaltım da ektopik mea düzeyine göre flep ya da greftleme yöntemi kullanılır, ileri olgularda iki evreli onarım yapılır. Ameliyat tekniklerinde ve cerrahideki teknolojik ilerlemeye rağmen hastalığın kendine özgü yapısı nedeniyle bazı olgularda komplikasyonlara rastlanmaktadır. Bu makalede hipospadias olgularının cerrahisine yaklaşım ve başarı şansını artıran faktörler vurgulanmıştır.
Hypospadias is one of the most common isolated congenital anomalies in male children which reconstruction performed in pediatric surgery clinics. The incidence of the hypospadias is 1 in 300 male children. Although there is no determined certain etiological factor
for occurrence of the disease; hormonal, environmental and genetic multifactorial reasons are blamed for hypospadias occurrence. Numerous surgical techniques have been published to treat hypospadias including 300 different modifications of surgical repair. Despite numerous advances in operative techniques and suture materials complications can be seen during postoperative followup. To overcome these complication from clinics to clinics some technical differences and preferences related to the graft, flaps, types of stents, dressing, antibiotic use and issue of treatment in one or two steps. With this article, we try to underline and mention the current treatment modalities and factors improving hypospadias surgical outcomes.

LookUs & Online Makale