ISSN 2149-0287
Boğaziçi Tıp Dergisi - Bosphorus Med J: 8 (1)
Cilt: 8  Sayı: 1 - 2021
ÖN SAYFALAR
1.
Frontmatters

Sayfalar I - VII

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.
Transrektal Ultrason Eşliğinde Yapılan Prostat Biyopsisinde İntrarektal Lidokainli Jel, İntrarektal Ultrasonik Jel ve Periprostatik Sinir Blokajının Hasta Ağrı Toleransı Açısından Karşılaştırılması
Comparison of Intrarectal Lidocainated Gel, Intrarectal Ultrasonic Gel and Periprostatic Nerve Blockage concerning Patients’ Pain Tolerance
Gökhan Çevik, Mustafa Ozan Ataçer, Hakan Akdere, Ersan Arda, Tevfik Aktoz
doi: 10.14744/bmj.2020.77699  Sayfalar 1 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Prostat biyopsisi prostat kanseri tanısında kullanılan altın standart yöntemdir. Bu işlem sırasında, lokal anestezik maddelerin periprostatik enjeksiyonunun prostat biyopsisi sırasındaki ağrının azaltılmasında en etkili yöntem olduğu bilinmekle birlikte rektuma lokal anestetik madde uygulanmasının da etkili bir yöntem olduğunu belirten çalışmalar mevcuttur. Bu çalışma ile prostat biyopsi endikasyonu olan hastalarımızda TRUS eşliğinde prostat biyopsisi almadan önce intrarektal lidokainli jel (Konix Catheter Gel®), intrarektal ultrasonik jel (Konix Ultrasonic Gel®) ve periprostatik bölgeye verilen lidokainin ağrıyı azaltmadaki etkinliğini karşılaştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Bilimsel Araştırmalar Etik Kurulu’nun TUTF-BAEK2019/203 onay numarası ile çalışmamıza Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Kliniği’ne başvuran ve prostat biyopsi endikasyonu olan 100 gönüllü hasta dahil edildi. İşlem öncesi hastaların anksiyete durumunu ölçmek için STAI-I anket formu dolduruldu. Hastalar randomize olarak 25’er kişiden oluşan A, B, C ve D olmak üzere dört gruba ayrıldı. Tüm hastalara 12 parça prostat biyopsisi alınması işlemi uygulandı. İşlem sonrasında hastanın ağrı toleransı vizüel analog skorlaması yapıldı.
BULGULAR: Gruplar arasında her üç aşamadaki vizual ağrı skorları arasında da istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Hastaların işlem öncesi anksiyetelerinin işlem sırasında ve sonrasındaki ağrı arasında çalışmamızda anlamlı ilişki bulunmamıştır. Probun rektuma yerleştirilmesi sırasında duyulan ağrının sadece intrarektal lidokain jel kullanımı ile intrarektal ultrasonik jel ve lidokainli periprostatik blokajın birlikte kullanıldığında duyulan ağrının VAS değerleri arasında anlamlı fark olmadığı görüldü. Prob yerleştirilirken üzerine lubrikan jel sürülmesine rağmen yalnızca periprostatik blokaj yapılan hastaların daha fazla ağrı duydukları ancak biyopsi alımı ve biyopsi sonrası VAS değerlerinin intrarektal ultrasonik jel ve lidokainli periprostatik blokajın birlikte kullanıldığı hastalar ile anlamlı olarak fark taşımadığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Prostat biyopsileri sırasında yalnızca lidokain ile periprostatik blokajın probun giriş anında yeterli olmayıp hastaların ağrı duymasına neden olduğu, bu nedenle periprostatik blokajla beraber intrarektal lidakain jel ile kombine kullanılmasının hasta konforunu arttırdığı ve bu kombinasyonun biyopsinin her üç aşamasında da en düşük VAS skorlarına sahip olduğu gösterilmiştir.
INTRODUCTION: Prostate biopsy is the gold standard method used in the diagnosis of prostate cancer. While periprostatic injection of local anesthetic agents during this procedure is the most effective method for reducing pain during the prostate biopsy, there are studies indicating that application of a local anesthetic agent to the rectum is also an effective method. In this study, we compared the effectiveness of intrarectal lidocaine gel (Konix Catheter Gel®), intrarectal ultrasonic gel (Konix Ultrasonic Gel®) and lidocaine administered to the periprostatic region in pain reduction before taking prostate biopsy in our patients with prostate biopsy indication.
METHODS: In our study, 100 volunteer patients with prostate biopsy indication were included with TUTF_BAEK2019/203 approval number of Trakya University Faculty of Medicine Ethics Committee. These patients were randomly divided into four groups of 25. Groups were named A, B, C and D. A standard 12-piece prostate biopsy was performed with a tru-cut biopsy needle from all patients. After the procedure, the patient's pain tolerance was evaluated by a different individual. The VAS scale was used to assess pain tolerance.
RESULTS: A statistically significant difference was also found between the groups regarding the visual pain scores in all three stages. When STAI-I of the patients participating in this study was compared, there was no significant difference among the four groups. In our study, no significant relationship was found between pre-procedure anxiety and pain during and after the procedure.
DISCUSSION AND CONCLUSION: During prostate biopsies, only periprostatic blockade with lidocaine was not sufficient at the time of introduction of the probe, causing patients to feel pain, therefore, combined with periprostatic blockage with intrarectal lidocaine gel, it has been shown that it increases patient comfort and has the lowest VAS scores in all three stages of biopsy.

3.
Covid-19 Pandemisinde Ortopedik Kırıklarının Yönetimi
Management of the Orthopedic Fractures in the COVID-19 Pandemic
Ahmet Onur Akpolat, Mehmet Emin Çelebi, Onur Gultekin, Semih Ak, Barış Yılmaz, Bekir Eray Kılınç
doi: 10.14744/bmj.2020.92905  Sayfalar 7 - 12
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastanemizde COVID-19 pandemisinden önceki ve sonraki 2 ay içindeki vakaları karşılaştırarak artan COVID-19 tanıları ile ortopedik kırığa multidisipliner yaklaşımımızı bildirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Pandemi öncesi (Grup 1) 2 ay ve sonrası ilk (Grup 2) 2 ay içinde acil servisimize başvuran ve ortopedi kiniğine konsülte edilen kırık vakaları çalışmaya dahil edildi. Vaka sayıları, kırık tipleri, yatış süreleri, ameliyat bekleme süreleri ve ameliyat sonrası taburcu süreleri her iki grup arasında karşılaştırıldı. Pandemi sonrası kırık hastalarına yaklaşım, ameliyathane kullanımı ve ekipman seçimi derlendi. PCR sonucu ile Covid-19 pozitif infeksiyonu tespit edilen vaka sayıları kaydedilerek, bu hastalara yaklaşım açısından bilgiler derlendi.
BULGULAR: Çalışmamıza dahil edilen hasta sayısı 388'dir. Pandemi öncesi 1 ay Grup 1, sonrası 1 ay Grup 2 olarak ayrıldı. 292 (%75,3) hasta Grup 1, 96 (%24.7) hasta ise Grup 2’ye dahil edildi. Opere edilen hastaların 102 (%75)’i grup 1, 34 (%25)’si Grup 2 idi. Yatış süresi Grup 1’de 9.55±4.28, Grup 2’de 7.82±3,64 gün idi. Ameliyat bekleme süresi Grup 1’de 7.28±3.79, Grup 2’de ise 7.24±4.37 gün idi. Taburculuk süreleri ise Grup 1’de 3.02±1,75 gün, Grup 2’de ise 2.63±1.54gün idi. Tüm değerlendirilen paremetrelerdegruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0.14), (p=0.97) (p=0.42).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kırık vakalarına yaklaşımımız ortopedi prensipleri içerisindedaha akılcı, optimal ve hızlı bir şekilde uygulanmalı; Covid-19 enfeksiyonundan korunmak için önlemleri titizlikle uygulamalıyız.
INTRODUCTION: To report our multidisciplinary approach to the orthopedic fracture with increasing COVID-19 diagnoses by comparing the cases within two months before and after COVID -19 pandemic in our hospital.
METHODS: Fracture cases admitted to our emergency department and consulted to the orthopedic clinic were included in this study two months before pandemic (Group 1) and after the first (Group 2) two months. The number of cases, types of fractures, duration of hospitalization, waiting times for surgery and post-surgery discharge times were compared between the two groups. Approach to fracture, operating room usage and equipment selection were compiled after the pandemic. The number of cases with COVID-19 positive infection detected by PCR was recorded. Data were compared.
RESULTS: The number of patients included in our study was 388. Patients were divided as Group 1 for two months before Pandemic and Group 2 for two months after. 292 (75.3%) patients were included in Group 1 and 96 (24.7%) patients were included in Group 2. Of the patients being operated, 102 (75%) were Group 1, 34 (25%) were Group 2. The duration of hospitalization was 9.54±4.28 days in Group 1 and 7.82±3.64 days in Group 2. The waiting time for surgery was 7.28±3.79 days in Group 1 and 7.23±4.37 days in Group 2. The discharge times were 3.02±1.75 days in Group 1 and 2.62±1.54 days in Group 2. There was no statistically significant difference between the groups in all evaluated parameters (p=0.14), (p=0.97) (p=0.42).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our approach to fracture cases should be applied more rationally, optimally and rapidly within the principles of orthopedics. We must strictly follow the precautions to protect against COVID-19 infection.

4.
Tiroid Nodüllerinde Soğutmasız Mikrodalga Ablasyon Yöntemi: Erken Dönem Sonuçlarımız
Uncooled Microwave Ablation Method for Thyroid Nodules: Our Short-Term Results
Gülşah Yıldırım, Hakkı Muammer Karakaş, Ahmet Günkan
doi: 10.14744/bmj.2020.62681  Sayfalar 13 - 20
GİRİŞ ve AMAÇ: Benign tiroid nodüllerinde tedavi; bası bulguları, kozmetik sorunlar, malign transformasyon riski ve/veya kaygısı nedeniyle yapılabilmektedir. Son yıllarda cerrahi tedavi yerine minimal invaziv perkütan ablasyon yöntemleri giderek daha sık kullanılmaktadır. Mikrodalga ablasyon (MWA) bu yöntemlerin en yenisi olup, özellikle soğutmasız tipine ait veriler oldukça sınırlıdır. Bu çalışmanın amacı; benign tiroid nodüllerinin tedavisinde perkütan soğutmasız MWA yönteminin güvenilirliğini ve kısa dönem etkinliğini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ocak-Mart 2020 tarihleri arasında biyopsi ile benign tanısı almış 9 nodul dahil edilmiştir. Nodüllerin işlem öncesinde ve 3.ay kontrollerinde; en uzun çap, volüm ve kompozisyonları ultrasonografik olarak görüntülenmiştir. İşlemde soğutmasız tip 18G proba sahip MWA sistemi (TATO, Terumo) kullanılmıştır. Olguların işlem öncesi ve üçüncü ay tiroid fonksiyon monitorizasyonu (TSH, sT4, sT3), antikor testleri (anti-TG, anti TPO) yapılmış, klinik bası semptomları, kozmetik skorları ayrıca üçüncü ay kontrollerindeki yüzdesel hacim değişimleri kaydedilmiştir.
BULGULAR: Çalışmada, 5’i solid, kalan 4’ü ise ağırlıkla solid yapıda 9 nodül tedavi edilmiştir. Majör komplikasyon izlenmemiştir. Nodüllerin işlem öncesi en uzun çapları ortalama 41.64±11.41 mm ve ortalama hacimleri 20.93±14.82 cm3 olup, üçüncü ay kontrollerindeki en uzun çapları ortalama 28.6±5.97 mm ve hacimleri ortalama 8.19±3.30 cm3 olarak ölçülmüştür. İşlem öncesi ve sonrası çap (p=0.011) ve hacimler (p=0.015) arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmaktadır. Üçüncü ay yüzdesel hacim değişimi 50.20±39.58%’dir. İşlem öncesi kozmetik skor ortanca değeri 4, semptom skoru 6, üçüncü ayda ise sırasıyla 2 ve 1’dir.Kontrol tiroid fonksiyon testlerinde ve antikor değerlerinde anlamlı değişiklik izlenmemiştir (p=1.000-0.286).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tiroid nodüllerinin standart tedavi yöntemi total tiroidektomidir. Ancak cerrahi komplikasyonlar, hastanın cerrahi tedaviyi reddetmesi ve tiroid fonksiyonları üzerine etkileri minimal invaziv ablasyon tekniklerinin son yıllarda artan kullanımı ile sonuçlanmıştır. Sonuç olarak soğutmasız sistem ile tiroide dedike 18G prob kullanılarak yapılan MWA yönteminin benign tiroid nodüllerinin tedavisinde güvenilir ve etkili olduğu bulunmuştur. Klinik semptomatoloji ve kozmetik yakınmalarda izlenen hızlı düzelme ve yatış gerektirmeme gibi özellikleriyle, hastalarca cerrahiye tercih edilme potansiyeline sahiptir.
INTRODUCTION: Treatment of benign thyroid nodules may be performed due to compressive symptoms, cosmetic problems, malignant transformation risk, and/or anxiety. In recent years, minimally invasive percutaneous ablation methods have been increasingly used instead of surgical treatment. Microwave ablation (MWA) is the new approach for thermal ablation of thyroid nodules, although data on uncooled MWA are rather limited. This study aims to investigate the safety and short-term effectiveness of percutaneous uncooled MWA in the treatment of benign thyroid nodules.
METHODS: This study included nine benign thyroid nodules diagnosed with biopsy between January-March 2020. The largest diameter, volume, and composition of the nodules were evaluated before the procedure and at a 3-month follow-up. Uncooled MWA system (TATO, Terumo) with an 18G probe was used for the procedure. Thyroid function monitorization (TSH, sT4, sT3) and antibody tests (anti-TG, anti-TPO), clinical compressive symptoms and cosmetic scores were evaluated before the procedure and at 3-month follow up. Volume reduction rates were also evaluated at 3-month follow-up.
RESULTS: Five solid and four mostly solid nodules were treated. The mean largest diameter was 41.64±11.41 mm and mean volume was 20.93±14.82 cm3 before the procedure, while the mean largest diameter was 28.6±5.97 mm (p=0.011) and mean volume was 8.19±3.30 cm3 (p=0.015) at 3-month follow-up. The volume reduction rate at three months was 50.20%±39.58%. Before the procedure, the median cosmetic score was 4 and the symptom score was 6; at 3-month follow-up, these scores were 2 and 1, respectively. There was no significant change in thyroid function tests and antibody levels at follow-up. Major complications were not observed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Uncooled MWA system using 18G probe was found to be a safe and effective method in the treatment of benign thyroid nodules. With its advantages of rapidly improving clinical symptomatology and cosmetic complaints without requiring hospitalization, it has the potential to be more preferred than surgery by patients.

5.
Keratokonus Hastalarında Sert Gaz Geçirgen Kontakt Lenslerin Görme Kalitesi ve Korneal Aberasyonlar Üzerine Etkileri
The Effect of Rigid Gas Permeable Contact Lenses on Visual Quality and Corneal Aberrations in The Keratoconus Patients
Tuğba Gençağa Atakan, Sevda Aydın Kurna, Yelda Buyru Bozkurt, Tayfun Şahin, Mehmet Atakan
doi: 10.14744/bmj.2020.58661  Sayfalar 21 - 28
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amacımız, sert gaz geçirgen kontakt lenslerin keratokonus ve miyopi hastalarında görsel kalite ve kornea aberasyonları üzerindeki etkisini araştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya miyopi nedeniyle sert gaz geçiren kontakt lens kullanan 17 hastanın 30 gözü (A Grubu) ve keratokonuslu (B grubu) 47 hastanın 72 gözü dahil edildi. Keratokonus hastaları Amsler-Krumeich sınıflamasına göre dört alt gruba ayrıldı. Tüm hastalara görme keskinliği, kontrast duyarlılık ve simüle edilmiş keratometrik değer (sim K), yüzey asimetrik indeksi (SAI), yüzey düzenlilik indeksi (SRI), kornea topografisi ile ölçülen öngörülen keskinlik (PVA) değerleri dahil olmak üzere inceleme prosedürleri uygulandı; sert gaz geçirgen kontakt lens uygulamasından önce ve sonra, aberrometri ile ölçülen sferik aberasyon, koma, trefoil ve toplam yüksek dereceli aberasyonların (THOA) ortalama RMS değerlerine bakıldı.
BULGULAR: Lens kullanımından önce düzeltilmiş en iyi görme keskinliği değerleri Grup A'da 0,68 (±0,33) ve Grup B’de ise 0,37 (±0,21), kullanımdan sonra ise 0,86 (±0,20), ve 0,83 (±0,17)idi. Düşük kontrast duyarlılık ölçümünde Grup A'da kontakt lens taktıktan sonra 9 harf, Grup B'de 18,7 harf kazanımı elde edildi. Kontakt lens kullanımından sonraki topografik değerlerde her iki grupta da anlamlı farklılıklar tespit edildi. Değişim miktarı Grup B'de Grup A'ya göre daha anlamlıydı (p<0,05). PVA değerlerinde Grup B1 ile Grup B4 arasında anlamlı fark vardı (p<0,01). Kontakt lens kullanımından sonra, her iki grupta da sferik, koma, trefoil ve toplam yüksek dereceli aberasyon değerlerindeki değişiklikler istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Aberasyon değerlerindeki ortalama azalma, Grup B'de, Grup A'ya göre anlamlı derecede yüksekti (p<0,05). THOA dışındaki aberasyon değerlerinde alt gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu. Kontrast duyarlılığı, görme keskinliği ve yüksek dereceli aberasyonlar arasında negatif bir korelasyon vardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Topografik ve aberrometrik değerler, RGP kontakt lenslerden sonra tüm gözlerde önemli ölçüde azalmıştır. Keratokonus hastalarında azalma miktarı anlamlı derecede yüksek bulundu. Görme keskinliği ve kontrast duyarlılığındaki artma, aralarındaki yakın ilişkiyi işaret eden yüksek aberasyonlardaki azalma ile bağlantılı olarak tespit edilmiştir.
INTRODUCTION: Aim was to investigate the effects of rigid gas permeable contact lenses (RGPCL) on visual quality and corneal aberrations in the patients with keratoconus and myopia.
METHODS: Thirty-one eyes of 17 patients wearing RGPCL because of myopia (Group A) and 72 eyes of 47 patients who had keratoconus (Group B) were included in this study. Keratoconus patients were divided into four subgroups according to the Amsler-Krumeich classification. All patients underwent examination procedures, including visual acuity, contrast sensitivity and simulated keratometric value (sim K), surface asymmetric index (SAI), surface regularity index (SRI), predicted visual acuity (PVA) values measured with corneal topography; mean RMS values of spherical aberration, coma, trefoil, and total high order aberrations (THOA) measured with aberrometry, before and after RGPCL application.
RESULTS: Mean best-corrected visual acuity values before lens use was 0.68 (±0.33) and afterwards 0.86 (±0.20) in Group A, 0.37 (±0.21) and 0.83 (±0.17) in Group B, respectively. During low contrast sensitivity measurement, nine letters were gained after wearing contact lenses in Group A, 18.7 letters in Group B. The change of topographic values after contact lens use was significant in both groups. The amount of change was more significant in Group B when compared to Group A (p<0.05). There was a significant difference in PVA values between Group B1 and Group B4 (p<0.01). After contact lens use, the change in spherical, coma, trefoil and THOA values were statistically significant in both groups. The mean decrease in aberration values was significantly higher in Group B comparing to Group A (p<0.05). The aberration values except THOA did not differ significantly among subgroups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The topographic and aberrometry values decreased significantly in all eyes after RGPCL. The amount of decrease was significantly higher in keratoconus patients. Increase in visual acuity and contrast sensitivity was correlated with the decrease in higher aberrations, which points to the close relationship between them.

6.
Diyabetik Makula Ödemi Olan Hastalarda Aflibercept Tedavisinin Anatomik ve Görsel Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Evaluation of The Anatomical and Visual Outcomes of Aflibercept Treatment in Patients with Diabetic Macula Edema
Gökhan Demir, Gizem Kutlutürk
doi: 10.14744/bmj.2020.81994  Sayfalar 29 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabetik makula ödemi (DMÖ) hastalarında aflibercept tedavisinin anatomik ve görsel sonuçlarını ve elipsoid zon defekti (EZD) ve seröz retina dekolmanının (SRD) tedavi sonuçlarını nasıl etkilediğini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, ocak 2016-ocak 2017 yılları arasında tedavi naif, başlangıç tedavisi olarak aflibercept başlayıp 3 yükleme dozunu tamamladığımız DMÖ hastaların tıbbi kayıtlarını geriye dönük olarak analiz ettik. Fundus floresein angiografide (FFA) makula ve periferik retina iskemisi olan, spektral optik koherens tomografide (S-OKT) vitreoretinal arayüz hastalığı olan, tedaviye başlamadan önce retinal neovaskülarizasyonu olan ve 12 aydan daha az takip süresine sahip olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, başlangıç, 3, 6, 9 ve 12. aylardaki en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK) ve santral makula kalınlığı (SMK), EZD ve SRD olup olmadığı kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya 20’si kadın 27’si erkek toplam 47 hastanın 72 gözü dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 59.7±8.0 idi. Ortalama takip süreleri 14±2 aydı. Tüm hasta grubunda intravitreal aflibercebt (İVA) enjeksiyonu sonrası 3, 6, 9 ve 12. ayda EİDGK’de başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede artış gözlendi. (sırasıyla p<0.009, p<0.001, p<0.001 ve p<0.001). EİDGK, İVA öncesi EZD olmayan grupta EZD olan gruba göre anlamlı derecede daha iyiydi. Bunun yanı sıra tedavi sonrası 12. ayda da EİDGK, EZD olmayan grupta daha iyiydi. SRD+ ve SRD- gruplarındaki EİDGK’deki değişime baktığımızda 3. aydaki EİDGK değişimi benzerdi; ancak 6, 9 ve 12. aydaki EİDGK’i değişimi SRD+ olan grupta daha yüksekti. Tüm hasta grubunda ortalama santral retina kalınlığında (SMK) İVA sonrası 3, 6, 9 ve 12. ayda başlangıç değerlerine göre anlamlı olarak daha düşük saptandı. Hastalarda SRD ve EZD olması ile başlangıç EİDGK arasında negatif bir korelasyon (p<0.001), ayrıca başlangıçta SRD’nin olması ile EİDGK ve SMK’deki değişim arasında pozitif bir korelasyon (p<0.001) saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aflibercept, DMÖ hastalarında hem EİDGK’nin iyileştirilmesi hem de SMK’nin azaltılmasında etkili ve güvenli bir tedavi ajanıdır. SRD’nin eşlik ettiği ya da etmediği DMÖ’de etkilidir. EZD tedavinin görsel sonuçları açısından prediktif değere sahiptir.
INTRODUCTION: To evaluate the anatomical and visual results of aflibercept treatment in patients with diabetic macular edema and how ellipsoid zone defect (EZD) and serous retinal detachment (SRD) affect the treatment outcomes.
METHODS: We analyzed the medical enrollments of treatment naïve DME patients who were initially treated with aflibercept and who were completed 3 loading doses between January 2016 and January 2017 in this retrospective study. Patients having macular ischemia, peripheral retinal ischemia in fluorescein angiography, patients with vitreoretinal interface disease on spectral domain optical coherence tomography (SD-OCT), patients with DME who had received any previous treatment, or with neovascularization of retinal at beginning treatment, or patients with a follow-up of less than 12 months were excluded from the study. The patients' age, gender, best corrected visual acuity (BCVA) and central macular thickness (CMT) at baseline, 3, 6, 9 and 12 months, EZD and SRD were recorded.
RESULTS: Seventy-two eyes of 47 patients including 20 women and 27 men were included in the study. The mean age of the patients was 59.7±8.0. The mean follow-up period was 14±2 months. The mean BCVA at 3, 6, 9 and 12 months was statistically better than baseline in all patient group (p<0.009, p<0.001, p<0.001 and p<0.001, respectively). Before intravitreal aflibercept, the mean BCVA was significantly better in the group without EZD than in the group with EZD. In addition, the mean BCVA was better in the group without EZD at 12 months. When we looked at the change in the mean BCVA in SRD+ and SRD- groups, the change in the mean BCVA at 3 months was similar between two groups; however, the change in the mean BCVA at 6, 9 and 12 months was higher in the group with SRD+. In all patient groups, mean central retinal thickness (CMT) was found to be significantly lower than baseline values at 3, 6, 9 and 12 months after IVA. There was a negative correlation (p<0.001) between the presence of SRD and EZD and the initial BCVA, and a positive correlation (p<0.001) between the presence of SRD at the beginning and the change in BCVA and CMT.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Aflibercept treatment is an effective and safe treatment agent for both improving BCVA and decreasing CMT in DME patients. It is effective in DME with or without SRD. EZD has a predictive value in terms of visual results of treatment.

7.
Preperimetrik Glokomda Heidelberg Retina Tomografi ile Optik Sinir Başı Parametrelerinin ve Optik Koherens Tomografi İle Retinal Sinir Liflerinin İncelenmesi
Evaluation of the Optic Nerve Head Parameters with Heidelberg Retinal Tomography and the Retinal Nerve Fibers with Optical Coherence Tomography in Preperimetric Glaucoma
Haşim Uslu, Nevbahar Tamçelik
doi: 10.14744/bmj.2020.06078  Sayfalar 35 - 40
GİRİŞ ve AMAÇ: Preperimetrik glokomda (PPG) Heidelberg Retinal Tomografi(HRT) ile elde edilen optik sinir başı topografik parametrelerini ve Optik Koherens Tomografi (OKT) ile ölçülen retina sinir lifi tabakası(RSLT) kalınlığını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 17 PPG'li olgunun 30 gözü ile aynı yaş ve cinsiyet grubuna uygun 18 sağlıklı bireyin 30 gözü dahil edildi. Tüm olgulara OKT ile RSLT kalınlık ölçümleri, HRT ile OSB analizleri ve GA testleri yapıldı. PPG kriterleri: iki yada daha fazla ölçümde göz içi basıncı (GİB) >21 mmHg, 30-2 görme alanı testi normal, klinik olarak anormal OSB görünümü (rim çentiklenmesi, lokalize veya diffüz RSLT kaybı, vertikal genişleme, OSB hemoraji) olarak tanımlandı.
BULGULAR: PPG ve kontrol grubu yaş ortalaması sırasıyla 50.57±11.50 ve 45.60±12.87 yıl idi. PPG ile kontrol grubu HRT ölçümlerinden çukurluk/disk oranı (C/D), rim alanı (RA), maksimum çukurluk derinliği (MCD) ve çukurluk şekil ölçümü (CSM) parametreleri anlamlı farklı bulunmuş diğerleri fark göstermemiştir (p<0.05). OKT ile ölçülen RSLT kalınlıklarında alt, üst, nazal, temporal kadran ve ortalama kalınlık ölçüm değerleri PPG’li olgularda kontrol grubuna göre daha inceydi ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma PPG'li ve normal gözler arasında RSLT ve OSB parametrelerinde anlamlı farklar olduğunu ortaya koymaktadır. PPG'li olgularda HRT ile OSB analizi ve OKT ile RSLT kalınlık ölçümlerinin erken tanıda yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: To evaluate the optic nerve head topographic (ONH) parameters obtained by Heidelberg Retinal Tomography (HRT) and retinal nerve fiber layer (RNFL) thickness measured by Optical Coherence Tomography (OCT) in preperimetric glaucoma (PPG).
METHODS: Thirty eyes of 17 patients with PPG and 30 eyes of 18 healthy individuals of the same age and gender were included in this study. RNFL thickness measurements with OCT, ONH analysis with HRT and VF tests were performed in all cases. PPG inclusion criteria were defined as: intraocular pressure (IOP)> 21 mmHg in two or more measurements, 30-2 VF test normal, clinically abnormal ONH appearance (neuroretinal rim appearance with rim notching, localized or diffuse RNFL, vertical enlargement, ONH hemorrhage).
RESULTS: The mean age in the PPG and the control group was 50.57±11.50 and 45.60±12.87 years, respectively. Among the PPG and control group HRT measurements, cup/disc rate (C/D), rim area (RA), maximum cup depth (MCD) and cup shape measure (CSM) parameters were significantly different; others did not show any difference (p<0.05). The inferior, superior, nasal, temporal quadrant and average thickness measurement values of RNFL thickness measured by OCT were thinner in cases with PPG than in the control group, and the difference was statistically significant (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study shows that there are significant differences between PPG and normal eyes. We consider that evaluation of the ONH by HRT and measurements of the RNFL thickness by OCT may be helpful for early diagnosis in cases with PPG.

8.
Mide Rezeksiyon Materyallerinde Formalin Solüsyonunun Duvar Kalınlığına ve Boyutuna Etkisi
The Effects of Formalin Solution on Wall Thickness and Size in Stomach Resection Materials
Hüseyin Çiyiltepe, Anıl Ergin, Adnan Somay, Nuriye Esen Bulut, Mehmet Mahir Fersahoğlu, Mehmet Köroğlu, Aziz Bora Karip, Ümit Akyüz, Kemal Memişoğlu
doi: 10.14744/bmj.2021.94695  Sayfalar 41 - 46
GİRİŞ ve AMAÇ: Endoskopik submukozal rezeksiyon (ESD) veya endoskopik tam kat rezeksiyon (ETR) materyallerinin doğru histopatolojik değerlendirilmesi hastalık takibi açısından oldukça önemlidir. Literatürde formalin solüsyonunun histopatolojik değerlendirme üzerine etkisini araştıran birçok makale bulunmaktadır. Bidiğimiz kadarıyla, bu makalede ise ilk kez, bu solüsyonun mide dokusundaki makroskopik ölçümlerine etkisi araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Morbid obezite nedeniyle sleeve gastrektomi yapılan hastalardan çıkarılan mide rezeksiyon materyallerinin farklı lokalizasyonlarından ESD/ETR spesmenleri elde edildi. Çalışmayı yürüten cerrah ve patolog tarafından formalin solüsyonu öncesi ve sonrası makroskopik ölçümler yapıldı ve birbiri ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Bu çalışmada, ortalama yaşı 36.04 ve vücut kitle indeksi 46.06 olan 50 hastadan alınan mide spesmenleri değerlendirildi. Formalin fiksasyonu sonrası yapılan değerlerdirmede sırasıyla antrum, korpus ve fundus tam kat duvar kalınlıklarında 4.4, 5.6 ve 7.2 kat kalınlaşma meydana geldiği izlendi. Benzer şekilde mukoza/submukoza kalınlıklarında ise 1.8, 2.5 ve 4.6 kat artış olduğu saptandı. Ayrıca, formalin solüsyonunun meydana getirdiği büzülme etkisi ile mukoza/submukoza ve tam kat mide dokusunda sırasıyla ortalama %31.0 ve %23.3 boyut küçülmesi saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Formalin solüsyonunun dokularda büzülme etkisi olabileceği daha önce literatürde bahsedilmiş olsa da, kanıt düzeyinde makroskopik ölçümlere olan etkisi bildirilmemiştir. Bu çalışma, formalin solüsyonunun mide dokusunda makroskopik boyut değişikliğini bildiren ilk çalışma olması bakımından önemlidir.
INTRODUCTION: Histopathological evaluation of endoscopic submucosal dissection (ESD)/endoscopic full-thickness resection (EFTR) resection materials is important for disease follow-up. There are many studies on the effects of formalin solution on histopathological examination. To our knowledge, in this study, the effects of this solution on the macroscopic dimensions of gastric tissue were investigated for the first time.
METHODS: ESD/EFTR specimens were obtained from different localizations of the stomach resection materials removed from patients who underwent laparoscopic sleeve gastrectomy surgery due to morbid obesity. Pre- and post-formalin fixation, macroscopic measurements were made by the surgeon and pathologist conducting the study and compared with each other.
RESULTS: In this study, stomach specimens taken from 50 patients with a mean age of 36.04, and a body mass index of 46.06 were evaluated. After formalin fixation, it was observed that 4.4, 5.6 and 7.2 times thickening occurred in full-layer wall thicknesses of the antrum, corpus and fundus, respectively. Similarly, 1.8, 2.5 and 4.6 times increase was found in mucosa/submucosa thickness. In addition, due to the shrinkage effect of the formalin solution, an average size reduction of 31.0% and 23.3% in the mucosa/submucosa and full-thickness stomach tissue, respectively, were detected.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The shrinkage effect of formalin solution on tissues has been reported before, but it has not provided any evidence of how this effect affects macroscopic measurements. This study is important in that, to our knowledge, it is the first study of formalin fixation to investigate macroscopic size changes on stomach tissue.

OLGU SUNUMU
9.
Tam Düzelme İzlenen Bir Anti-NMDA Reseptör Ensefaliti Olgusu
A Case of Anti-NMDA Receptor Encephalitis with Full Recovery
Irmak Salt, Pelin Doğan Ak, Işıl Kalyoncu Aslan, Çisil İrem Özgenç Biçer, Eren Gözke
doi: 10.14744/bmj.2020.95867  Sayfalar 47 - 49
Anti-N-metil-D-aspartat reseptör ensefaliti otoimmün ensefalitler arasında en sık karşılaşılan tür olmasına rağmen, diğer nöropsikiyatrik hastalıklarla karşılaştırıldığında nadir görülen bir hastalıktır. Semptomatolojisi depresif belirtilerden dirençli nöbetlere kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsadığından ayırıcı tanı yapılırken mutlaka akla getirilmelidir. Çoğunlukla genç kadınlarda görüldüğü ve malignite, özellikle de over malignitele-riyle ilişkili olabileceği unutulmamalıdır. Katatoni ve psikozla ortaya çıkan bu ensefalit olgusu hem demogra-fik özellikleri açısından atipik olması yönüyle hem de tam iyileşme sağlanmış olması nedeni ile sunulmuştur.
Anti N-methyl-D-aspartate (NMDA) receptor antibody encephalitis is the most common autoimmune encephalitis. However, when compared to the prevalences of other neuropsychiatric diseases, it is a rare condition. Since it may present with a wide range of symptoms from depression to drug-resistant seizures, it must be considered in a differential diagnosis. It should be kept in mind that anti NMDA encephalitis usually affects young women with malignant tumors, especially over tumors. We want to present this encephalitis case which presented with psychosis and catatonia, both in terms of the patient’s demographical aspects and accomplishment of a full recovery.

10.
Nadir Görülen Bir Orta Ayak Kırıklı-Çıkığı: Küneonaviküler Eklem Ayrışması ve Kuboid Kırığı ile Orta Ayağın Total Dorsal Çıkığı: Olgu Sunumu
An Unusual Midfoot Fracture-Dislocation: Total Dorsal Dislocation of Midfoot at the Cunei-Navicular Joint Associated with Cuboid Fracture: A Case Report
Mehmet Salih Söylemez, Suat Batar
doi: 10.14744/bmj.2020.29494  Sayfalar 50 - 53
Chopart ve Lisfranc eklemleri dahil, orta ayak eklemlerinde kırıklı çıkıkların teşhis edilemeyerek kaçırılması çok kolay olabilir. Ayrıca, bu bölgede nadiren görülen yaralanma türleri olarak; kunei-navikular ve kalkaneokuboid eklemlerde orta ayağın dorsal çıkığı, tarsal navikulanın izole dorsal çıkığı, tarsal navikulanın dorsal kırıklı-çıkığı ve medial küneiform kemiğin tam medial çıkığı bildirilmiştir. Bu tür yaralanmaların %33'e varan kısmında bariz radyografik bulgular bulunmayabilir ve bu tür yaralanmaları tedavi eden birçok hekim bu yaralanmalara aşina olmayabilir. BT taramaları statik görüntüleme yöntemleridir ve ağırlık taşımadan elde edilir. Bununla birlikte, 3D BT taraması, karmaşık kırık modellerini daha iyi değerlendirmede yardımcı olabilir. Bu yazıda, 3 boyutlu BT çekildikten sonra küboid kırığı ile beraber kunei-naviküler eklemde orta ayağın tam dorsal çıkığı olan bir olgu paylaştık.
Midfoot fracture-dislocations including those involving the Chopart and Lisfranc joints can be very easy to misdiagnosed. Moreover, some rarely seen types of injuris of these region including; dorsal dislocation of the midfoot at the cunei-navicular and calcaneocuboid joints, isolated dorsal dislocation of the tarsal navicular, dorsal fracture-dislocation of the tarsal navicular and complete medial dislocation of the first cuneiform have been reported. There is a lack of obvious radiographic findings in up to 33% of such injuries and there may not be familiarity with such injuries by many treating physicians. CT scans are static imaging modalities and obtained without weight bearing. However, 3D CT scan may aid to better visualize complex fracture patterns. In this paper we report a case with a total dorsal dislocation of midfoot at the cunei-navicular joint associated with cuboid fracture diagnosed after performing a 3D CT.

DERLEME
11.
L-Karnitin Metabolizması ve Beslenme Tedavisi İlişkisi
The Relation Between L-Carnitine Metabolism and Nutritional Therapy
Deran Dalbudak Sansar, Burcu Yavunç Yeşilkaya
doi: 10.14744/bmj.2020.21043  Sayfalar 54 - 62
L-karnitin, uzun zincirli yağ asitlerinin mitokondri matriksine transportunda yer alan, lipid metabolizmasında önemli görevlere sahip bir moleküldür. Aynı zamanda antioksidan özelliktedir. Propiyonik asit gibi toksik bileşenlerin açil-l-karnitin esterleri olarak atımını sağlayarak mitokondride birikmesini önlerler. L-karnitinin %75’i besinlerle karşılanırken, %25’i endojen biyosentez ile sağlanmaktadır. Vücutta sentez edildiğinden dolayı erişkinler için essansiyel değildir. Dallı zincirli non-esansiyel bir amino asit olan L-karnitin, esansiyel olan lizin ve metiyonin aminoasitlerinden genellikle karaciğerde sentezlenir. Eksojen olarak diyet ile alınan L-karnitinin en zengin kaynakları kırmızı et, balık, tavuk ve süt ürünleridir. Bu derlemede L-karnitin metabolizmasının beslenme ve hastalıklarla ilişkisi ile yapılan çalışmalara yer verilmiştir.
L-carnitine is a molecule involved in transporting long-chain fatty acids to the mitochondrial matrix and has important roles in lipid metabolism. It also has antioxidant properties. They prevent the excretion of compound components, such as propionic acid, as acyl-l-carnitine esters from accumulating in the mitochondria. While 75% of the L-carnitine is supplied by food, 25% can be renewed by endogenous biosynthesis. It is not essential for adults as it is synthesized in the body. L-carnitine, a branched-chain non-essential amino acid, is synthesized in others from the essential amino acids lysine and methionine. The richest sources of L-carnitine administered exogenously through the diet are red meat, fish, chicken and dairy products. In this review, studies on the relationship of L-carnitine metabolism with nutrition and diseases are included.

LookUs & Online Makale