ISSN 2149-0287
Bosphorus Medical Journal - Bosphorus Med J: 1 (1)
Volume: 1  Issue: 1 - 2014
ORIGINAL RESEARCH
1.Hypoalbuminemia is A Predictor for Severity of Acute Non-Variceal Upper Gastrointestinal Bleeding
Can Sevinç, Emine Burcu Uprak, Ali Özdemir, Serdar Demiral, Funda Türkmen, Elvan Isık, Hacı Mehmet Sökmen
Pages 1 - 4
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut non-varisiyel üst gastrointestinal kanaması olan hastalarda eritrosit transfüzyonu gereksiniminde hipoalbümineminin önemini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada ocak 2007-2009 tarihleri arasında üst gastrointestinal kanama ile müracaat eden ve hastaneye yatırılan hastaların verileri toplandı. Çalışma için uygun toplam 353 hastanın (265 erkek, 88 kadın, ortalama yaş: 55.44±19.62 yıl, en genç 15-en yaşlı 97) verileri analiz edildi. Kronik karaciğer hastalığı, varis kanaması, kronik renal yetmezlik, malignite ve hematolojik hastalık varlığı çalışma dışında bırakılma kriterleri idi. Hipoalbüminemi <3.5 g/dL serum albumin olarak tarif edildi. Hipoalbüminemi ve normal serum albumini olan grupların sonuçları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hipoalbüminemi 174 (%49.29) hastada görüldü. Müracaatta normal serum albumini olan hastalara kıyasla hipoalbüminemik gruptaki hastalar daha yaşlı (57.69±20.08 vs 53.27±18.96 yıl, p=0.035;) idi ve daha çok eritrosit süspansiyonu transfüzyonuna (3.55±2.28 vs 1.57±1.65 ünite, p<0.0001), daha uzun yatış süresine ((6.61±3.12 vs 5.83±2.24 gün, p=0.007), daha düşük hemoglobin seviyesine (8.57±2.49 vs 10.36± 2.43 g/dL, p<0.0001), daha yüksek kan üre nitrojen seviyesine (BUN) (38.53±21.55 vs 30.99±16.83 mg/dL, p<0.0001) ve daha yüksek BUN/kreatinin oranına (40.47±18.46 vs 34.05±15.33, p=0.001) sahipti. Eritrosit transfüzyonu serum albümini (r= -0.498, p<0.0001) ve hemoglobin seviyesi (r=-0.480, p<0.0001) ile negatif; BUN (r=0.243, p<0.0001), yaş (r=0.123, p=0.021), yatış süresi (r=0.283, p<0.0001) ve lökosit sayısı ile (r=0.161, p=0.001) pozitif olarak korele bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hipoalbüminemi non-varisiyel üst gastrointestinal kanamanın ciddiyetinin bir göstergesi olabilir.
INTRODUCTION: To evaluate the significance of hypoalbuminemia in red blood cell transfusion requirement in patients with acute non-variceal upper gastrointestinal bleeding (UGIB).
METHODS: In this retrospective study data from consecutive patients admitted and hospitalized with UGIB during the period from January 2007 to January 2009 were collected. The data of total 353 (265 men, 88 women, mean age of 55.44±19.62 years; range from 15 to 97) patients eligible for the study were analyzed. Existence of chronic hepatic disease, variceal bleeding, chronic renal failure, malignancy and hematological disease were exclusion criteria. Hypoalbuminemia is defined as serum albumin < 3.5 g/dL. The outcome assessments in the hypoalbuminemia and normal albumin groups were compared.
RESULTS: Hypoalbuminemia was seen in 174 (49.29 %) patients. Compared to patients with normal albumin, patients in the hypoalbuminemia group were older (57.69±20.08 vs 53.27±18.96 years, p=0.035; had more red cell transfusion (RBC) requirement (3.55±2.28 vs 1.57±1.65 unit, p<0.0001), longer hospital stay (6.61±3.12 vs 5.83±2.24 days, p=0.007), lower hemoglobin level (8.57±2.49 vs 10.36± 2.43 g/dL, p<0.0001), and had higher blood urea nitrogen (BUN) level (38.53±21.55 vs 30.99±16.83 mg/dL, p<0.0001) and BUN/creatinine ratio (40.47±18.46 vs 34.05±15.33, p=0.001) at admission. RBC transfusion requirement was correlated negatively with serum albumin (r= -0.498, p<0.0001) and hemoglobin levels (r=-0.480, p<0.0001), positively with BUN level (r=0.243, p<0.0001), age (r=0.123, p=0.021), hospital stay (r=0.283, p<0.0001) and white blood cell count (r=0.161, p=0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hypoalbuminemia can be an indicator for the severity of non-variceal UGIB.

2.Clinical Features of Patients with Primary and Secondary Infertility
Servet Gencdal, Deniz Satar, Emre Destegul, Orcun Ozdemir, Adem Altunkol, Nevzat Can Sener
Pages 5 - 9
GİRİŞ ve AMAÇ: Primer ve sekonder infertil olguların spermiyogram sonuçlarının ayrıntılı bir şekilde incelenmesi ve çıkan sonuçların literatür verileri eşliğinde değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Kasım 2008 ile Aralık 2010 tarihleri arasında hastanemiz androloji laboratuvarında primer ve sekonder infertilite sebebi ile spermiyogram yapılan 942 olgu dahil edildi. Semen likefiye olduktan sonra makroskobik değerlendirme yapıldı ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kriterlerine göre volüm, sayı, motilite ve Kruger Strict kriterlerine göre morfoloji değerlendirilmesi yapıldı. Her bir spermin motilitesi; hızlı ileri hareketli (a), yavaş ileri hareketli (b), yerinde hareketli (c) ve hareketsiz (d=immotil) olmak üzere 4 kategoride skorlandı.
BULGULAR: Varikosel tanısı olan ve olmayan hastaların karşılaştırılmasında yaş, morfoloji (% normal), sperm konsantrasyonu, motilite total (A+B+C) (%), motilite A (%), motilite B (%), Total Progresif Motil Sperm Sayısı (TPMSS), baş (%) ve boyun (%) değerleri varikosel tanısı olmayan olgularda daha yüksek olarak bulunurken sadece motilite D değeri varikoselli olgularda daha yüksek olarak saptandı. Varikoselli hastalarda infertilite tipine göre yapılan karşılaştırma sonucunda yukarıda verilen parametreler açısından istatiksel farklılık saptanmadı. İnfertilite tipine göre yaptığımız karşılaştırma sonucunda sekonder infertilite özelliklerine sahip olguların yaş, morfoloji (% normal), sperm konsantrasyonu (ml/106 ), TPMSS, motilite total (A+B+C) (%), motilite A (%), motilite B (%) değerleri primer infertilli olgulara göre daha yüksek olarak saptanırken motilite C ve motilite D değerleri ise primer infertiliteli olgularda daha yüksek değerlerde saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Varikoselli olup olmamanın infertilite olması durumunda sperm parametrelerini etkilemediği gözlenmektedir. Spermogram sonuçları infertilite tipine, varikoselli olma durumuna göre ve diğer birçok etkene bağlı olarak değişiklikler göstermektedir.
INTRODUCTION: To investigate, in detail, the spermiogram results of cases with primary and secondary infertility and to evaluate the obtained results in light of the data from the literature.
METHODS: A total of 942 cases that had spermiograms performed for primary and secondary infertility at our hospital’s andrology laboratory between November 2008 and December 2010 were included in the study. After the semen was liquefied, macroscopic and microscopic evaluations were performed. Microscopic evaluations involved the assessment of sperm concentration and motility and the evaluation of morphology according to the Kruger strict criteria, all of which were performed in accordance with the criteria of the World Health Organization (WHO). The motility of each sperm was scored according to four categories, which were: rapid forward motility (a), slow forward motility (b), non-progressive motility (c), and immotile (d). Comparison of the spermiogram results of cases with primary and secondary infertility was performed retrospectively according to age (years), volume (ml), sperm concentration (ml/106), total motility (A+B+C) (%), motility A (%), motility B (%), motility C (%), motility D (%), the Total Progressive Motile Sperm Count (TPMSC) and normal morphology (% normal) values. The characteristics of primary and secondary infertility in cases diagnosed with varicocele were also compared. All results were compared statistically.
RESULTS: During the comparisons performed on patients with varicocele according to the type of infertility, no statistical differences were identified with regards to the evaluated parameters. Based on the comparisons performed according to the type of infertility, cases with secondary infertility had higher age, sperm concentration (ml/106), total motility (A+B+C) (%), motility A (%), motility B (%), TPMSC, and normal morphology (% normal) values compared to cases with primary infertility, while motility C (%) and motility D (%) values were higher in cases with primary infertility.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As expected, varicocele did not alter sperm parameters when infertility was present. Spermiogram results demonstrated various differences depending on the presence of varicocele, infertility type and many other factors.

3.The Effects of Different Anesthesiological Methods Used at Elective Caeserian Sections on New Borns
Firdevs Karadoğan, Arzu Yıldırım Ar, F. Nur Akgün, Necla Yüce, Emel Şenay
Pages 10 - 18
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, elektif sezaryen girişimlerinde genel ve rejyonal (epidural ve spinal) anestezinin; annenin hemodinamik parametreleri, yenidoğanın APGAR, NAKS (nöroadaptif kapasite skoru), ilk beslenme saati, umblikal ven kan gaz değerleri, bebeğin doğum sonrası 2. saatteki kan şekeri değeri, 4. saat AST/ALT düzeyleri, intrauterin ve doğum sonrası 1. ve 5. dakika kalp atım sayısı üzerine etkilerini karşılaştırmak amaçlandı. Gebelik haftası 38 ve üzeri olan, ASA I-II fiziki statusda,18-45 yaş aralığında 60 olgu çalışmaya dahil edildi. Annenin tercihine göre Grup GA (Genel Anestezi, n=20), Grup EA (Epidural Anestezi, n=20) ve Grup SA (Spinal Anestezi, n=20) olarak ayrıldı. GA’da; anestezi indüksiyonunda 2-2,5 mg/kg propofol, 0,6 mg/kg rokuronyum uygulanarak endotrakeal entübasyon gerçekleştirildi. Anestezi idamesi % 50 O2 ve % 50 NO2 içinde 0,5 MAC sevoflurane ile sağlandı. EA olgulara sol lateral pozisyonda, yapılan cilt temizliği sonrasında L4-5 intervertebral aralıktan 2 ml % 2’lik lidokain (40 mg) ile lokal anestezi uygulanarak 18 G touhy iğnesi ile, orta hattan direnç kaybı yöntemi kullanılarak epidural aralığa 16cc %0,5’ lik bupivakain ve 100mcg fentanil uygulanarak epidural anestezi sağlandı ve epidural kateter sefalik yönde ilerletilerek cilde tespit edildi. SA olgulara sol lateral pozisyonda, yapılan cilt temizliği sonrasında L4-5 intervertebral aralıktan 25 G atravmatik spinal iğne ile, orta hattan subaraknoid aralığa 3cc %0,5 lik hiperbarik bupivakain uygulanarak spinal anestezi sağlandı. Hastalar sol yana 15° yatırılıp, başları 30° kaldırılarak pozisyon verildi. Bu sırada hastalara yüz maskesi ile 3 lt/dk O2 verilmeye başlandı. Annenin hemodinamik parametreleri, yenidoğanın APGAR, NAKS, ilk beslenme saati, umbilikal ven kan gaz değerleri, bebeğin doğum sonrası 2. saatteki kan şekeri değeri, 4. saat AST/ALT düzeyleri, intrauterin ve doğum sonrası 1. ve 5. dakika kalp atım hızı (KAH) kaydedildi. Ayrıca operasyona başlama ve kordon klemp süresi kaydedildi. GA’da PaO2 değerleri, EA’da 5.dakika APGAR, 4. saat ALT düzeyleri, 24. saat NAKS skorları anlamlı düzeyde yüksekti. Sonuç olarak; EA’da bebeğin APGAR ve NAKS değişkenleri olumlu anlamda iyi bulundu ve bebek lehine epidural anestezinin tercih edilmesi yorumunu getirdi. Yalnız ALT deki yükseklik bu tercihe bir soru işareti getiriyordu. Bu bulgular eşliğinde anne ve bebek açısından yaygın olarak kullanılan epidural anestezinin APGAR ve NAKS değerleri yönünden de güvenirliği bir kez daha tartışıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER:
BULGULAR:
TARTIŞMA ve SONUÇ:
INTRODUCTION: The aim of this study is to show the effects of mother receiving general and regional anesthesia at newborns. 60 patients whom pregnancy week is 38 and over, ASA I-II, age 18-45 are included. Groups are chosen as Group GA (General Anesthesia,n=20), Grup EA (Epidural Anesthesia, n=20) ve Grup SA (Spinal Anesthesia, n=20). All mothers undergoing general anesthesia received
2-2,5 mg/kg propofol, 0,6 mg/kg rocuronyum for induction followed by N2O2-(O2 %50-%50) and 0,5 MAC sevoflurane. 16cc %0,5 bupivacaine and 100mcg fentanyl was used in mothers receiving epidural, 3cc %0,5 hiperbaric bupivacaine was used in mothers receiving spinal anesthesia and all mothers receiving regionel anesthesia were given oxygen during case. Mother’s hemodynamical parameters, new born’s APGAR*, NACS** (neuroadaptive capacity score), first feeding time, umblical venous blood gas, 2. hour blood glucose, 4. hour AST/ALT after born and heart beats intrauterin and at 1. ve 5. minutes after born are recorded. Also start time of operation and cordon clemping time is recorded. PaO2 parameters in GA, APGAR at 5. minutes, 4.hour ALT, 24.hour NACS in EA was significantly high. We have found that newborn’s APGAR and NACS parameters in EA were favorable.
METHODS:
RESULTS:
DISCUSSION AND CONCLUSION:

4.Methicillin Resistance and Slime Production of Staphylococcus Aureus Strains Isolated From Nurse’s Nasal Swabs
Ayşe Ece Şener, Eren Çamur, Güngör Çakmakçı, Güzide Ece Akıncı, Irmak Şimşek, İstem Şanal, Ebru Evren
Pages 19 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemşirelerin burun sürüntü örneklerinde Staphylococcus aureus varlığı, metisilin direnci ve slime oluşumunun araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2013 yılında 122 hemşireden alınan burun sürüntü örnekleri dahil edilmiştir. Bakteri türlerinin belirlenmesi için Koyun kanlı agar ve MacConkey agar, slime oluşumu için Kongo kırmızılı agara ekim yapılmıştır. Metisilin direnci CLSI 2012 M100-S21 önerilerine göre disk difüzyon yöntemi ile araştırılmıştır.
BULGULAR: Alınan 122 örneğin 116 (%95)’sında üreme tespit edilmiştir. Üreyen mikroorganizmalar sırasıyla koagülaz negatif stafilokok (KNS) (%91), S.aureus (%2.6), KNS+S.aureus (%2.6), KNS +alfa hemolitik streptokok (%1.7), KN+K.pneumoniae (%1.7) olarak tespit edilmiştir. S.aureus suşlarından sadece birinde (%17) metisilin direnci görülmüştür. Dört (%66.6) S.aureus suşu slime pozitif olarak tespit edilmiştir. Metisiline dirençli S.aureus suşunda ise slime pozitifliği tespit edilmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Her türlü enfeksiyon kontrol önlemine rağmen sağlık çalışanlarında metisiline dirençli, slime pozitif S.aureus taşıyıcılığına rastlanmakta ve bu durum hastane enfeksiyonları açısından risk faktörü oluşturmaktadır.
INTRODUCTION: To evaluate the presence of methicillin resistance and slime formation of nasal Staphylococcus aureus strains isolated from nurses.
METHODS: 122 nasal swab samples taken from nurses enrolled to this study in 2013. To identify bacterial strains samples were inoculated onto blood agar and MacConkey agar, for slime production, strains were inoculated onto Congo red agar. Methicillin resistance was determined by disc diffusion method according to CLSI 2012 M100-S21 recommendations.
RESULTS: Bacterial growth was detected 116 (95%) of 122 samples. The bacteria were coagulase negative staphylococci (CNS) (91%), S.aureus (2.6%), CNS+S.aureus (2.6%), CNS +alpha hemolytic streptococci (1.7%), KNS+K.pneumoniae (1.7%), respectively. Only one S.aureus strain showed methicillin resistance (17%). Four (%66.6) S.aureus strains were slime producers. Methicillin resistant strain showed no slime production.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although several infection control practices, methicillin resistant, slime producing S.aureus strains can be observed. This is a risk factor for nosocomial infections.

5.Our Series of Laparoscopic Urology and Review of The Literature
Özgür Haki Yüksel, Fatih Uruç, Mithat Kıvrak, Aytaç Şahin, Ayhan Verit
Pages 23 - 27
GİRİŞ ve AMAÇ: Laparoskopik uygulamalar; özellikle de onkolojik ve rekonstrüktif olgular için uzun bir öğrenme eğrisi gerektirir. Bu çalışmada laparoskopik cerrahiye ait ilk serimizin sonuçları değerlendirildi ve uroonkolojik olgular üzerinde duruldu.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Nisan 2012-Ağustos 2013 tarihleri arasında laparaskopik cerrahi uygulanan 45 hasta (ortalama yaş: 52.3, yaş aralığı: 17-80) gözden geçirildi. Tamamı üst üriner sisteme ait girişimler olup; 3’ü pyeloplasti, 8’i üreterolitotomi, 12’si sımple nefrektomi, 9’u radikal nefrektomi, 3’ü parsiyel nefrektomi, 2’side nefroüreterektomi şeklinde idi.
BULGULAR: Tüm girişimlerin ortalama ameliyat süresi 166 (60-490), onkolojik vakaların ameliyat süresi 128 (60-450) dakika idi. Onkolojik 2 olgu (%15.5) ve non-onkolojik 5 olgu (%16) olmak üzere toplam 7 vakada transfüzyon ihtiyacı oldu. Ortalama ameliyat süresi tüm vakalar için 5.9 (3-30) gün iken onkolojik vakalarda 5.39 (3-23) gün idi. Onkolojik vakaların sadece birinde masif kanamaya bağlı açık operasyona dönülürken non-onkolojik vakalarda; intestinal peforasyon gözlenen hasta laparoskopik olarak; mekanik ileus gelişen hasta açık cerrahi teknik ile onarıldı. Diğer komplike hastalar medikal tedavi ile sağaltıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Biz iyi bir cerrahi ekip ile üst üriner sisteme ait üroonkolojik ve rekonstriktif cerrahilere laparaskopik öğrenme eğrisinin başlarındada başlanabileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Laparoscopic applications require long learning curve especially the oncological and reconstructive ones. ın this study we evaluated our results of the initial series of laparoscopic surgery and focused on the urooncologic cases.
METHODS: In our clinic between April 2012-August 2013, 45 patients (mean age; 52.3, range 17-80) underwent laparoscopic surgery. All procedures were related with upper urinary system such as pyeloplasty (3), ureterolitotomy (8), simple nephrectomy (14), radical nephrectomy (9), partial nephrectomy (2), nephroureterctomy (3) and remaining 8 were cyst excision. The series was performed by single surgeon via transabdominal method and there were 7 oncological cases out of 22 (31.81%).
RESULTS: Average operative times were 128 (range 60-450) and 166 (range 60-490) minutes for the oncologic and entire cases respectively. Blood transfusions were needed for 7 (only one oncologic case who underwent secondary surgery for bleeding) patients; 2 (%15.5) and 5 (%16) respectively oncological and non-oncologıcal cases. The average hospitalizations were 5.39 (3-23) and 5.9 (3-30) days for the oncological and the entire ones respectively. One of the cyst excisions was complicated with bowel perforation which was repaired laparoscopically at the second postoperative day.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We think that upper system urooncologic and reconstructive surgery can be initiated at the early steps of urologic laparoscopic learning curve via surgical team that complete basic training process of laparoscopy.

REVIEW
6.Thoracolumbar Junction Syndrome
İlknur Aktaş, Kenan Akgün
Pages 28 - 31
Torakolomber Geçiş Sendromu (TLGS) torakolomber bileşkenin disfonksiyonu sonucu oluşan tüm ağrılı durumları kapsar. Klasik tanımı Maigne tarafından yapılmıştır. En sık T11-T12, T12-L1 seviyelerinde patoloji görülse de T10-L2 seviyeleri de etkilenebilir. Ağrı dağılımı ve klinik bulgular T12 ve L1 spinal sinir köklerinin dalları ile ilgili olarak bel, kasık veya kalça bölgesinde hissedilir. Klinik tablonun çeşitliliği nedeniyle pek çok hastalıkla karışıp yanlış tanı ve tedaviler alabilir. Tanı klinik değerlendirme ile konur. Bu makalede TLGS tanı ve tedavisi ile ilgili ayrıntılı bilgi verilecektir ve konu ile ilgili literatür gözden geçirilecektir.
Thoracolomber junction syndrome (TLJS) consists of all the painfull conditions caused by dysfunction of thoracolomber junction. The classical definition was made by Maigne. The pathology is most frequently seen inbetween the levels of of T11-12 and T12-L1, T10-L2 level can be effected. Distrubution of pain and clinical findings would be felt lombar, groin and thorachanteric region due to the branches of T12-L1 spinal roots. Due to the diversity of clinical manifestations it may be misdiagnosed and mistreated because of confusions experienced in differential diagnosis. The diagnosis is made by clinical evaluations. In this article detailed informataion about diagnosis and treatment of TLJS will be with the review of the current literature.

EDITORIAL
7.MERS CoV Infection
Servet Öztürk, Özlem Özsoy Alıcı, Canan Ağalar
Pages 32 - 35
Abstract |Full Text PDF

CASE REPORT
8.A Cause for Objective Tinnitus: High And Dehissent Juguler Bulb
Mustafa Emrah Kınal, Arzu Tatlıpınar, Selami Uzun, Hande Senem Deveci
Pages 36 - 37
Yüksek juguler bulb internal juguler venin vasküler bir anomalisidir. Ancak genellikle semptom vermez ve insidental olarak tespit edilir. Yüksek juguler bulb semptomatik olduğu vakalarda, juguler bulbun lokalizasyonuna göre hastalarda iletim tipi işitme kaybı, sensorinöral işitme kaybı, pulsatil tinnitus ve vertigo gibi şikayetlere neden olabilir. Yapılan temporal kemik çalışmalarında %6’ya varan oranlarda tespit edilmiştir. Temporal kemik bilgisayarlı tomografisi, özellikle koronal plandaki kesitler bu anomaliyi tespitte çok önemlidir. Yüksek ve dehissan juguler bulbın farkında olmak orta kulak cerrahisi sırasında aşırı kanamayı önlemek açısından hayati önem taşır. Bu bildiride yüksek juguler bulblı genç bir kadın olgu sunulmuştur.
High jugular bulb is a vascular abnormality of jugular vein. However, it is generally asymptomatic and is detected incidentally. In symptomatic cases, it may cause conductive hearing loss, sensoryneural hearing loss, pulsatil tinnitus and vertigo according to localization of jugular bulb. Jugular bulb dehiscence was found in 6% in temporal bone studies. Temporal bone computerized tomography, particularly the coronal plan, is very important to diagnose this abnormality. Awareness of high and dehiscent jugular bulb is mandatory to prevent excessive bleeding during middle ear surgery. In this case report a young woman with a high jugular bulb is presented.

9.Skull Metastasis of Hepatocellular Carcinoma: A Case Report
Serdar Özdemir, Tevfik Patan, Tuba Cimilli Öztürk, Hasan Demir
Pages 38 - 40
Hepatosellüler karsinoma (HCC), dünyada 5. sıklıkta görülen kanserdir ve özellikle Afrika ve Doğu Asya’da ağırlıktadır. Geç dönem HCC genelde bölgesel lenf düğümlerine ve akciğerlere metastaz yapar, ama daha az sıklıkla iskelette metastaz görülür. Kafatası kemiği metastazı çok nadirdir fakat bilinen sirozu, hepatiti veya HCC si olan hastaları tedavi ederken düşünülmelidir. 61 yaşında erkek hasta acil servise başağrısı şikayeti ile başvurmuştur. Hastanın 1 yıldır bilinen HCC si olup bu nedenle opere edilmiştir. Henüz bilinen metastazı yoktu. Fizik muayenede kafada sağ pariyetal kemik üzerinde ele gelen kitle haricinde önemli bir bulgu saptanmamıştır. Sorgulandığında kitlenin 4 ay içinde yavaş yavaş büyüdüğü öğrenildi. Hastanın kraniyel tomografisinde osteolitik, genişleyen ve hipervaskuler sağ parietal kemik üzerinde lezyonu ve diğer kraniyel kemiklerde çoğul osteolitik lezyonları saptandı. Özellikle Asya’da hasta asemptomatik karaciğer sirozu olsa dahi kafatası kemik tümörlerinin ayırıcı tanısında HCC’nin metastazı düşünülmelidir. HCC hastalarında artan sürvi ile birlikte klinik olarak belirgin, hastanın hayat kalitesini etkileyen kemik metastazları artmıştır. Bu nedenle erken tanı ve HCC den doğan kemik metastazlarının uygun tedavisi, HCC hastalarının hayat kalitesinde bozulmayı önlemek amacı ile gereklidir.
Hepatocellular carcinoma (HCC) is the fifth most common cancer in the world and is especially prevalent in Africa and East Asia. Late-stage HCC usually metastasizes to the regional lymph nodes and lungs, but less commonly to the skeleton. Scalp metastases from HCC are very rare but must be considered when treating a patient with known cirrhosis, hepatitis, or HCC. 61 years old male patient presented to the emergency room with complaint of headache. He had known HCC for one year and had an operation for it. There was no known metastasis of tumor, yet. In his physical examination there was no important finding except scalp mass on the right parieatal bone of cranium.When it was questioned, we learned that it was slowly growing for 4 months. In his cranial computed tomography there was an osteolytic, expansile, and hypervascular lesion in right parietal bone and multiple lytic lesions were detected in other cranial bones. Especially in Asia, skull metastases from HCC should be included in the differential diagnosis of skull tumors, even if the patient is asymptomatic of liver cirrhosis. With the increase of survival in HCC patients, clinically significant bone metastases have also increased, affecting the patients’ quality of life. Therefore, early diagnosis and proper management of bone metastasis from HCC is essential to prevent deterioration in the quality of life of HCC patients.

BRIEF REPORT
10.A Rare Cause of Acute Rena l Failure: Leriche Syndrome
Seydahmet Akın, Sinan Kazan, Bilge Kalkan, Mehmet Aliustaoğlu
Pages 41 - 42
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale