ISSN 2149-0287
Boğaziçi Tıp Dergisi - Bosphorus Med J: 9 (3)
Cilt: 9  Sayı: 3 - 2022
KISA RAPOR
1.
Frontmatters

Sayfalar I - VIII

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.
Parkinson Hastalığında Bilirubin Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Assessment of Bilirubin Levels in Parkinson’s Disease
Esma Kobak Tur, Buse Çağla Arı
doi: 10.14744/bmj.2022.14227  Sayfalar 145 - 150
GİRİŞ ve AMAÇ: Excessive generation of the reactive oxygen species triggers oxidative stress. Bilirubin suppresses oxidation more vigorously than many other antioxidants. Since it has received significant attention on Parkinson’s disease (PD) pathophysiology, researchers have started investigating its impact on the disease. The correlation between PD and antioxidant status has not entirely been researched. Therefore, our aim in this study is to assess serum bilirubin levels in association with demographic and clinical features of patients with PD.
YÖNTEM ve GEREÇLER: A total of 289 individuals were involved in this study. Their serum total bilirubin (TB), direct bilirubin (DB), and indirect bilirubin (IB) concentrations were compared with demographic and clinical characteristics. We determined the severity of the disease by the modified Hoehn and Yahr Staging Scale (mHYRS), and the clinical features by the Unified Parkinson's Disease Rating Scale (UPDRS). We separated the patients into three motor subgroups according to their clinical features as tremor dominant (TD), postural instability and gait difficult, and the mixed type and based on mHYRS stages as early (≤2) and advanced (>2).
BULGULAR: There were 189 patients with PD and 100 healthy controls in the study. IB levels were significantly higher in the patients with PD after adjusting age (p=0.024). Male patients had higher levels of bilirubin levels (DB, IB, and TB) than the females (p<0.05). Bilirubin levels were also similar between the different motor subtypes of PD patients and in the early and advanced stages of PD (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bilirubin is an essential antioxidant marker indicating a dopaminergic deficiency in PD. Increased bilirubin levels may be an improved response to oxidative stress that occurs during the progression of PD.
INTRODUCTION: Reaktif oksijen radikallerinin aşırı üretimi oksidatif stresi tetikler. Bilirubin oksidasyonu diğer birçok antioksidandan daha güçlü bir şekilde bastırır. Araştırmacılar, Parkinson hastalığı patofizyolojisine büyük önem verdiklerinden, hastalık üzerindeki etkisini incelemişlerdir. Parkinson hastalığı ile antioksidan durum arasındaki ilişki tam olarak araştırılmamıştır. Bu çalışmanın amacı, Parkinson hastalarının serum bilirubin düzeyleri ile demografik ve klinik özellikleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
METHODS: Çalışmaya toplam 289 kişi dahil edildi. Serum total, direkt ve indirekt bilirubin düzeyleri demografik ve klinik özelliklerle karşılaştırıldı. Hastalığın şiddeti modifiye Hoehn&Yahr Evreleme Ölçeği ile, klinik özellikleri ise Birleşik Parkinson Hastalığı Derecelendirme Ölçeği ile belirlendi. Hastalar, klinik özelliklerine göre tremor dominant tip, postüral instabilite ve yürüme zorluğu tipi, karışık tip olarak üç motor alt gruba ayrıldı. Modifiye Hoehn&Yahr Evreleme Ölçeği evrelerine göre ise erken (≤2) ve ileri (>2) evre olarak ayrıldı.
RESULTS: Çalışma, 189 hasta ve 100 sağlıklı kontrolden oluştu. Yaş ayarlandıktan sonra Parkinson hastalarında indirekt bilirubin düzeyleri anlamlı olarak daha yüksek saptandı (p=0,024). Erkek hastalarda kadın hastalardan daha yüksek bilirubin düzeyleri (direkt, indirekt ve total bilirubin) vardı (p<0,05). Parkinson hastalarının motor alt tipleri arasında ve Parkinson hastalığı evrelerinde bilirubin düzeyleri benzerdi (p>0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Bilirubin, Parkinson hastalığında dopaminerjik eksikliği gösteren önemli bir antioksidan belirteçtir. Artan bilirubin seviyeleri, Parkinson hastalığının ilerlemesi sırasında ortaya çıkan oksidatif strese karşı geliştirilmiş bir yanıt olabilir.

3.
Kronik Baş Ağrısı Sendromları ile Demans Arasında Bir İlişki Var mı?
Is There Any Relation with Chronic Headache Disorder and Dementia?
Mustafa Ülker
doi: 10.14744/bmj.2022.13471  Sayfalar 151 - 155
GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik baş ağrısı sendromlarının demans riskinin artmasıyla ilişkili olduğu makul olarak öne sürülebilir. Bununla birlikte, baş ağrısını demansa bağlayan çalışmalardan elde edilen mevcut kanıtlar azdır ve çalışma popülasyonları genellikle klinik olarak ilgili ilişkileri tespit etmek için çok küçüktür. Bu çalışmada, demans popülasyonun-daki kronik baş ağrısı öyküsü insidansı, aynı yaştaki demansı olmayan kontrol grubuyla karşılaştırmalı olarak araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2022-Haziran 2022 tarihleri arasında baş ağrısı dışında herhangi bir şikayetle polikliniğe başvuran toplam 122 demans hastası ve benzer yaş grubundaki demansı olmayan 114 kişi çalışmaya dahil edildi. Demans hastaları Alzheimer hastalığı, vasküler demans, mikst demans, frontotemporal demans ve Parkinson ile ilişkili de-mans olarak sınıflandırılanlar arasından seçildi. Bilişsel bozulmanın şiddetini değerlendirmek için mini mental test skoru kullanıldı. Uluslararası baş ağrısı sınıflamasına göre baş ağrısı alt tipleri migren tipi baş ağrısı, epizodik gerilim tipi baş ağrısı ve kronik gerilim tipi baş ağrısı olarak sınıflandırıldı. Bu iki grup arasında kronik baş ağrısı bozukluklarının sıklığı karşılaştırıldı. Ayrıca, demansı olan hastalarda baş ağrısı tipleri ve genel popülasyondan farkı araştırıldı.
BULGULAR: Kronik baş ağrısı sıklığı açısından hasta ve kontrol grubu arasında istatistiksel bir farklılık tespit edilmedi (p=0,568). Baş ağrısı alt tipleri mini mental test skorları arasında da istatistiksel olarak anlamlı ilişki yoktu (p=0,669). Ayrıca demans türü ve baş ağrısı alt tipleri arasında da herhangi bir anlamlı ilişki tespit edilmedi (p=0,070).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu küçük gruplu retrospektif çalışmada, kronik baş ağrısı öyküsü açısından demansı olan ve olmayan gruplar arasında anlamlı bir farklılık ve dolayısıyla kronik baş ağrısı sendromları ile demans arasında anlamlı bir ilişki tespit edilmedi.
INTRODUCTION: Headache disorders can be reasonably speculated to be associated with the increased risk of dementia. However, the current evidence from longitudinal studies linking headache disorders to dementia is scarce, and study populations are often too small to detect clinically relevant associations. In this study, we investigated the incidence of chronic headache history in the dementia population in comparison with the age-matched non-demented control group.
METHODS: A total of 122 dementia patients and 114 age-matched non-demented people admitted to outpatient clinic for any complaints other than headache in dates between January 2022 and June 2022 included in this study. Dementia patients who were classified as Alzheimer disease, vascular dementia, mixed dementia, frontotemporal dementia, and Parkinson-related dementia were selected. Mini-mental test score (MMSE) was used to assess the severity of the cognitive impairment. Headache subtypes were classified as migraine headache, episodic tension type headache, and chronic tension-type headache according to International Headache Classification. We investigated and compare the frequency of chronic headache disorders in between two groups. We also aimed to investigate the types of the headaches in demented people and to search the difference from the general population.
RESULTS: We could not find any difference statistically between the patient and control groups for the frequency of chronic headache disorder (p=0.568) and between headache subtypes and MMSE (p=0.669). We also examine the relationship between dementia type and subtypes of chronic headache in patient group and we could not find any relationship between this (p=0.070).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our small population retrospective study, we could not detect increased chronic headache history in demented people other than non-demented and could not find any relation between chronic headache disorders and dementia.

4.
Hipotiroidili Hastalarda Fibromiyalji Sıklığı
How Common is Fibromyalgia in Patients with Hypothyroidism?
Deniz Yılmaz, Betül Erişmiş, Işıl Üstün, Hakan Koçoğlu, Cemal Bes
doi: 10.14744/bmj.2022.60252  Sayfalar 156 - 160
GİRİŞ ve AMAÇ: Fibromiyalji, kronik yaygın kas-iskelet sistemi ağrısının en sık nedenidir. Etyoloji ve patofizyoloji henüz netlik kazanmamıştır. Ancak fibromiyalji ile tiroid hastalıkları arasındaki ilişkiyi aydınlatan bazı çalışmalar mevcuttur. Bu nedenle bu çalışmada, hipotiroidili hastalarda fibromiyalji sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, tek merkezli kesitsel, prospektif bir çalışmadır. Çalışmaya dahiliye polikliniğine başvuran hipotiroidi tanılı 180 hasta dahil edildi. Ağrılı hastalar fiziksel tıp ve rehabilitasyon polikliniğinde değerlendirildi, tanı konulan fibromiyalji hastalarının demografik verileri, laboratuvar bulguları kaydedildi. Hastalar, Beck Depresyon Anketi (BDA) ve Fibromiyalji Etki Anketi (FEA) ile değerlendirildi.
BULGULAR: Hipotiroidili hastaların %39,4'ünde (n=71) fibromiyalji saptanırken, %60,6'sında (n=109) fibromiyalji mevcut değildi. FEA skoru ile tanı yaşı ve hastalık süresi arasında pozitif bir korelasyon vardı. Tanı yaşı ve hastalık süresi arttıkça FEA skoru sırasıyla %37,3 ve %25,7 oranında artış gösterdi. Ayrıca BDA skoru arttıkça FEA skoru %44,8 oranında artış gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hipotiroidizmin belirti ve semptomları fibromiyalji belirti ve semptomlarına benzer ve hipotiroidili hastaların yaklaşık %40'ında eş zamanlı fibromiyalji tanısı mevcut olabilir. Dolayısıyla hipotiroidi tanısının varlığı bu hastalarda fibromiyalji tanısının gözden kaçmasına neden olmamalıdır. Bu nedenle hipotiroidili tüm hastalar fibromiyalji açısından da değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: Fibromyalgia (FM) is the most common cause of chronic generalized musculoskeletal pain. The etiology and the pathophysiology are still not clear but there are some studies that elucidate relationship between FM and thyroid diseases. The aim of this study was to determine the frequency of FM in patients with hypothyroidism.
METHODS: This is a cross-sectional, single-center, and prospective study from Bakırkoy Dr Sadi Konuk Training and Research Hospital. A total of 180 patients – who were applied to internal medicine outpatient clinics – included in the study and the patients who described the generalized musculoskeletal pain were consulted to the physical medicine and rehabilitation outpatient clinics. Demographic data, laboratory findings, presence of thyroid disease, and FM were noted. Patients were evaluated with Beck Depression Questionnaire (BDQ) and FM Impact Questionnaire (FIQ) for FM patients.
RESULTS: About 39.4% (n=71) of the patients had FM and 60.6% (n=109) of them did not have FM. There was a positive correlation between FIQ score and age at diagnosis and disease duration. As the age at diagnosis and duration of disease increased, the FIQ score increased by 37.3% and 25.7%, respectively. In addition, as BDQ increased, the FIQ score increased by 44.8%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Signs and symptoms of hypothyroidism are similar to signs and symptoms of FM, and approximately 40% of patients with hypothyroidism could have FM concomitantly. Hence, the presence of a diagnosis of hypothyroidism should not cause us to miss the diagnosis of FM in these patients. Therefore, all patients with hypothyroidism should also be examined for FM.

5.
Karpal Tünel Sendromunda Açık Cerrahi ve Mini Açık Cerrahi Uygulamalarının Fonksiyonel Sonuçları
Evaluation of Functional Results of Open and Mini Open Surgery in Carpal Tunnel Syndrome
Evrim Şirin, Erdem Aktas, Barış Yılmaz, Nazım Karahan, Murat Kaya
doi: 10.14744/bmj.2022.72692  Sayfalar 161 - 165
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, karpal tünel sendromu nedeni ile açık cerrahi ve mini açık cerrahi uygulanan olguların tedavi sonuçları karşılaştırıldı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Açık cerrahi uygulananlar Grup 1, mini açık cerrahi uygulananlar Grup 2 olarak adlandırıldı. Klinik sonuçlar, hasta memnuniyeti anketi, günlük yaşam aktiviteleri skoru ve el kavrama güçleri ile değerlendirildi.
BULGULAR: Grup 1’de 13 (%31) erkek ve 29 (%69) kadın ile toplam 42 (%46,2) olgu, Grup 2’de 15 (%30,6) erkek ve 34 (%69,4) kadın ile toplam 49 (%53,8) olgu mevcuttu. Olguların günlük yaşam aktiviteleri skoru Grup 1’de 13,86±1,00, Grup 2’de 13,61±0,98 idi. El kavrama gücü Grup 1’de 0,27±0,07 (0,22-0,54), Grup 2’de 0,31±0,09 (0,21-0,55) bar idi. Buna göre Grup 1 ile Grup 2 arasında yaş, cinsiyet, taraf, günlük yaşam aktiviteleri skorları ve el kavrama gücü açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı. Cerrahi süre Grup 1’de 18,05±1,78, Grup 2’de 13,18±1,52 dakika olarak bulundu. Günlük aktivitelere dönüş süresi Grup 1’de 16,17±2,07, Grup 2’de 12,53±1,80 gündü. Grup 1’de cerrahi süre ortalaması ve günlük aktivitelere dönüş zamanı istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı. Olguların hasta memnuniyet anketi sonuçları Grup 1’de 87,60±2,63, Grup 2’de 89,49±2,55 idi. Grup 2’de hasta memnuniyet anketi Grup 1’den istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Fonksiyonel sonuçlar benzer olmakla birlikte özellikle nasırlı el durumunda cerrahinin mini invaziv olarak seçilmesi, daha önceden geçirilen cerrahi ve ileri tenaratrofi gibi ağır derece median sinir kompresyonundan şüphelenilen olgularda ise tercihin açık cerrahiden yana kullanılması daha güvenilir olarak görülmektedir.
INTRODUCTION: We evaluated the functional results of open and mini open surgical approaches in carpal tunnel syndrome patients.
METHODS: Group 1 was undergone open surgery while Group 2 patients were operated by mini open technique. Clinical results were evaluated with patient satisfaction questionnaire, daily activities and grip strength.
RESULTS: Twenty-eight patients were male and 63 were female. There were 13 male and 29 female with a total of 42 patients in Group 1, whereas 15 male and 34 female with a total of 49 patients were present in Group 2. Daily activity score was 13.86±1.00 for open group and 13.61±0.98 for Group 2. Grip strength was 0.27±0.07 bar in Group 1 and 0.31±0.09 bar in Group 2. There was no significant difference between two groups regarding to age, sex, operation site, daily activity scores, and grip strength. Surgical time was 18.05±1.78 minutes in Group 1 and 13.18±1.52 min in Group 2. Return to daily activity was 16.17±2.07 day in Group 1 and 12.53±1.80 day in Group 2. Surgery time and time to activity return is statistically significantly higher in open surgery group compared to mini-open group. Patient satisfaction score was 87.60±2.63 in Group 1 and 87.60±2.63 in Group 2. Patient satisfaction questionnaire result was statistically higher for mini-open group compared to Group 1.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In tandem with similar functional results, mini-open surgery can be preferred in callous hand, while open surgery is more suitable to patients with serious thenar atrophy along with suspicion of median nerve compression.

6.
Hastanelerde Görülen İş Kazalarının İncelenmesi: Bir Eğitim ve Araştırma Hastanesi Örneği
Investigation of Occupational Accidents in Hospitals: An Example of a Training and Research Hospital
Serkan Elarslan, Özlem Özaydın, Özden Güdük, Yasar Sertbas
doi: 10.14744/bmj.2022.73644  Sayfalar 166 - 172
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, hastanelerde görülen iş kazalarının nedenlerinin, görülme sıklığının ve sonuçlarının incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı nitelikte ve tek merkezde yapılan çalışmada, bir hastanede 2019 yılında görülen tüm iş kazaları incelendi. İş kazalarının nedenleri, meydana gelme saati, kaza sonucunda gelişen yaralanma durumu ve iş gücü kaybı yaşanma durumuna dair veriler frekans tablolar ile gösterildi. Kazalardaki iş gücü kaybında, cinsiyet ve eğitim seviyesine göre farklılık olup olmadığı Yates Ki-Kare ve Kruskal Wallis analizleri ile yapıldı. Verilerin analizinde SPSS v.22 istatistik programı kullanıldı.
BULGULAR: Hastanede toplam 131 iş kazası oldu ve yıllık iş kazası görülme sıklığı %9 olarak tespit edildi. Kazaya maruz kalan personelin yaş ortalaması 33,3±9,41 yıl, çoğunluğu (%58) kadın ve hemşire/ebe/laborant (%29,8) olup 1-5 yıl arası çalışanlardı (%42,7). Eğitim düzeyi açısından en fazla kaza lisans eğitiminde (%24,4) görüldü. Kazaların çoğunlukla (%71) mesai saatleri içinde yataklı kliniklerde (%27,5) geliştiği ve en sık kesici delici alet yaralanmaları (%35,9) olduğu görüldü. Kaza sonrası iş gücü kaybı %19,8 oranında ve toplam 98 gün olarak tespit edildi. Erkeklerde kadınlara göre ve ön lisans düzeyinde eğitimi olan çalışanlarda diğerlerine göre iş gücü kaybı yaşanma oranı daha yüksek saptandı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: İş kazaları, iş gücü kaybı oluşturmasının yanı sıra personelin sağlığını da olumsuz yönde etkilemektedir. Yüksek riskli personelin tespit edilmesi, kazaların önlenmesine yönelik koruyucu yaklaşımların daha etkili olmasına yarar sağlayacaktır.
INTRODUCTION: It is the examination of the causes, frequency, and consequences of occupational accidents in hospitals.
METHODS: In this descriptive study, conducted in a single center, all occupational accidents in a hospital in 2019 were examined. Data on the causes of occupational accidents, occurrence time, the injury caused by the accident, and the labor loss were shown in frequency tables. The differences between the groups according to gender and education level for labor loss due to the accidents were analyzed with Yates Chi-square and Kruskal–Wallis Analysis. SPSS v.22 statistics program was used in the analysis of the data.
RESULTS: A total of 131 occupational accidents occurred in the hospital and the annual occupational accident rate was 9%. The mean age of the employees exposed to the accident was 33.3±9.41 years, the majority was women (58%) and nurses/midwives/laboratory workers (29.8%), and their working experience was between 1 and 5 years (42.7%). In terms of education level, most accidents were seen in undergraduate education (24.4%). Most of the accidents occurred during day shifts (71%), in inpatient clinics (27.5%), and the most common was with sharp-piercing injuries (35.9%). The labor loss after the accidents was 19.8% and 98 days in total. The labor loss was higher for males than females and for employees with associate degree education compared to others.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Occupational accidents not only cause loss of workforce, but also negatively affect the health of employees. Identification of high-risk personnel will ensure that the protective approaches to prevent accidents will be more effective.

7.
Monosit/Yüksek Dansiteli Lipoprotein Kolesterol Oranının Diyabetik Retinopati ile İlişkisinin İncelenmesi
Association of Monocyte to High-Density Lipoprotein Cholesterol Ratio with Diabetic Retinopathy in Patients with Type II Diabetes Mellitus
Ümit Çallı, Banu Açıkalın, Gökhan Demir, Fatih Çoban, Yıldırım Kocapınar
doi: 10.14744/bmj.2022.36036  Sayfalar 173 - 177
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, tip 2 diyabet hastalarında, diyabetik retinopati ile monosit/yüksek dansiteli lipoprotein oranının (MHR) ilişkisi incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Diyabetik retinopatisi bulunan 45 diyabet hastası çalışma grubunu oluştururken, diyabetik retinopatisi bulunmayan 45 diyabet hastası ile 45 diyabeti bulunmayan sağlıklı katılımcı kontrol grubunu oluşturdu. Hastaların retrospektif olarak medikal ve laboratuvar kayıtları tarandı.
BULGULAR: Ortalama MHR, diyabetik retinopatisi bulunan hastalarda, diyabetik retinopatisi bulunmayan diyabet hastalarına ve diyabeti bulunmayan gruba göre istatistiksel olarak anlamlı yüksekti. Ayrıca MHR, diyabetik retinopatisi bulunmayan diyabet hastalarında, diyabeti bulunmayan kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnflamasyonun göstergesi olarak potansiyel bir biyobelirteç olarak kabul edilen MHR, diyabetik retinopatisi bulunan diyabet hastalarında, diyabetik retinopatisi bulunmayan diyabet hastalarına ve diyabeti bulunmayan gruba göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu.
INTRODUCTION: The purpose of the study was to evaluate the association of monocyte to high-density lipoprotein cholesterol ratio (MHR) with diabetic retinopathy (DR) in patients with type II diabetes mellitus (DM).
METHODS: Forty-five DM patients with DR included in the study. Similarly, 45 DM patients without DR and 45 healthy subjects were determined as control groups. The data were composed based on a retrospective scan of the medical records and laboratory archives of patients.
RESULTS: The mean MHR was significantly higher in DR patients compared to DM patients without DR and healthy subjects. There was also a statistical difference between DM patients without DR and healthy subjects. The optimal cutoff value of MHR for DR was 9.17 with 82.9% sensitivity and 59.8% specificity and an area under the receiver operating characteristics curve was 0.755.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The MHR recognized as a potential biomarker of inflammation was significantly higher in patients with DR compared to the DM patients without DR and healthy subjects. Our results demonstrated that the MHR has high sensitivity and low specificity for DR.

8.
İdeal Trans-Sindesmotik Açı ve Sindesmotik Fiksasyon Ekseni: MRG Tabanlı Kesitsel Görüntü Analizi
Ideal Trans-Syndesmotic Angle and Syndesmotic Fixation Axis: MR-Based Cross-Sectional Image Analysis
Murat Kaya, Nazım Karahan, Barış Yılmaz, Ahmet Nedim Kahraman, Demet Pepele Kurdal, Hayati Kart
doi: 10.14744/bmj.2022.76093  Sayfalar 178 - 184
GİRİŞ ve AMAÇ: Sindesmozun malredüksiyonu kötü prognozla ilişkilidir; son çalışmalar bu fenomeni önlemek için intraoperatif radyolojik parametreleri belirlemeye odaklanmıştır. Çalışmada, ideal trans-sindesmotik açı (TSA) ve sindesmotik fiksasyon ekseninin (SFE) belirlenmesinde manyetik rezonans görüntüleme (MRG) tabanlı kesitsel görüntü analizinden kolay uygulanabilir ve tekrarlanabilir radyolojik parametrelerin belirlemesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Osseöz/ligamentöz yaralanması olmayan 120 ayak bileği MRG taraması, bir ortopedist ve bir radyolog tarafından kör olarak yapıldı. Kesitsel ölçümlerle, talus anterior teğeti (TAT) ve talar eksen çizgisi (TEÇ) belirlendi. Sindesmotik eklem anterior ve posterior teğetleri kesişiminin açıortayı SFE, SFE ile TEÇ kesişimi ile de TSA belirlendi.
BULGULAR: Ortalama TSA 16°-17° idi. SFE lateralde tibianın ön-arka mesafesinin ve medialde fibula apeksinin önünde %28±%6,6 ve %30±%5,7 arasındaydı. Gözlemci 1 tarafından elde edilen ölçümler için sınıf içi korelasyon katsayısı aralığı 0,600-0,882 iken, gözlemci 2 tarafından elde edilenler için 0,565-0,904 idi. Gözlemciler arası anlaşma 0,589 ile 0,901 arasındaydı; güvenilirlik bu yeni ölçüm seti için kabul edilebilirdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ölçümlerimiz ideal TSA’nın 16° ile 17° arasında olduğunu ve SFE’nin lateralde fibular apeks ile medialde tibianın anterior 1/3’ü arasında yer aldığını gösterdi. Rotasyon TSA’yı ve SFE’nin iki boyutlu görüntüdeki görünümünü etkileyeceğinden, uygulanacak tüm parametreler gerçek bir ayak bileği lateral grafisinde değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: Malreduction of the syndesmosis is associated with a poor prognosis; recent studies have focused on identifying intraoperative radiological parameters to prevent this phenomenon. Our study aimed to determine easily applicable and reproducible radiological parameters from magnetic resonance image (MRI)-based cross-sectional image analysis in determining the ideal trans-syndesmotic angle (TSA) and syndesmotic fixation axis (SFA).
METHODS: A total of 120 ankle MRI scans without osseous/ligamentous injury were performed blindly by an orthopedist and a radiologist. Talar anterior tangent and talar axis line (TAL) were determined by cross-sectional measurements. The bisector of the anterior and posterior tangents of the syndesmotic joint was determined by the SFA, and the TSA was determined by the intersection of SFA and TAL.
RESULTS: The average TSA was 16–17°. The SFA was between 28%±6.6% and 30%±5.7% anterior to the anteroposterior distance of the tibia laterally and the fibular apex medially. The intraclass correlation coefficient (ICC) range for measurements obtained by observer 1 was 0.600–0.882, while that for those obtained by observer 2 was 0.565-0.904. Interobserver agreement was between 0.589 and 0.901; reliability was acceptable for this new set of measurements.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our measurements showed that the ideal TSA was between 16° and 17°, and SFA was located between the fibular apex laterally and the anterior third of the tibia medially. All parameters to be applied should be evaluated on a true lateral radiograph of the ankle because rotation will affect the TSA and the appearance of the SFA in a two-dimensional image.

9.
Periprostetik Diz ve Kalça Enfeksiyonlarının Mikrobiyolojik Profilleri ve Antibiyotik Direnci: Retrospektif Bir Çalışma
Microbiological Profiles and Antibiotic Resistance of Periprosthetic Knee and Hip Infections: A Retrospective Study
Özlem Aydın, Aykut Çelik, Ahmet Naci Emecen, Burak Özturan, Tarık Sari, Pınar Ergen, Korhan Özkan
doi: 10.14744/bmj.2022.76598  Sayfalar 185 - 191
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, kalça ve diz periprostetik eklem enfeksiyonlarının mikrobiyolojik profillerini ve antimikrobiyal direncini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eylül 2018-Ocak 2022 tarihleri arasında kalça veya diz primer artoplastisi geçiren 18 yaş üzeri hastalar hastanenin veri tabanından tarandı ve çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik verileri, periprostetik doku kültürü ve eklem sıvılarının antimikrobiyal dirençleri değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya %66,7’si kadın olmak üzere toplam 51 hasta dahil edildi. Hastaların %62,7’sinde kalça ekleminin enfekte olduğu görüldü. En yaygın patojen koagülaz-negatif stafilokok (%41,2) olarak saptanmış olup, bunu Staphylococcus aureus (%23,5) ve Acinetobacter baumannii (%23,5) izledi. A.baumannii’nin oranı kalça periprostetik eklem enfeksiyonlarında diz periprostetik eklem enfeksiyonlarından daha yüksek saptandı (p=0,02). Saptanan Acinetobacter türlerinin %25’i karbapenemlere karşı dirençlidir. Diz ve kalça periprostetik eklem enfeksiyonları grupları arasında gram-pozitif veya gram-negatif mikroorganizmaların dağılımı istatistiksel olarak anlamlı değildir (p>0,05). Hastaların %56,9’unda enfeksiyon monobakteriyeldir. Patojenlerin polimikrobiyal olma olasılığı kalça protezlerinde diz protezlerine göre daha fazla olmasına rağmen iki grup arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildir (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dominant bakteri genellikle farklı coğrafi bölgelere ve protez lokasyonuna göre değişmektedir. Enfeksiyona neden olan ajanın izole edilmesi ve antimikrobiyal direncin bilinmesi, enfeksiyon yönetiminde temel stratejidir. Literatürde periprostetik eklem enfeksiyonları konusunda bulguların sınırlı olduğu göz önüne alındığında bilgi birikimi ve periprostetik eklem enfeksiyonlarının mikrobiyolojik profillerinin daha iyi analiz edilmesi için daha fazla çalışma gereklidir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate microbiological profiles and antimicrobial resistance of hip and knee periprosthetic joint infection (PJI).
METHODS: Patients over 18 years of age who underwent hip or knee primary arthroplasty between September 2018 and January 2022 were screened from the hospital database and retrospectively included in the study. Patients’ demographic data, periprosthetic tissue culture, and joint fluids’ antimicrobial resistances were evaluated.
RESULTS: A total of 51 patients with 66.7% being female were enrolled. The hip joint was infected in 62.7% of the patients. The most common causative pathogen identified was Coagulase-negative staphylococci (CoNS) (41.2%), followed by Staphylococcus aureus (23.5%) and Acinetobacter baumanii (23.5%). The proportion of A. baumanii in hip PJI was higher than that in knee PJI (p=0.02). Twenty-five of the detected Acinetobacter strains were resistant to carbapenems. The distribution of Gram-positive or Gram-negative microorganisms between the knee and hip PJI groups was not statistically significant (p>0.05). The infection was monobacterial in 56.9% of the patients. Polymicrobial pathogens were more likely to occur in the hip prosthetic joint than in the knee prosthetic joint, but no statistical difference was observed between the two groups (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The predominant bacteria usually differ among different geographic area and location of the prosthesis. Knowing the causative agents and antimicrobial resistance is the basic strategy in infection management. Considering that there are limited evidence in literature about PJI’s, further studies are needed to accumulate knowledge and to analyze better microbiological profiles of PJIs.

OLGU SUNUMU
10.
Bilateral Ekstrakraniyal Karotis Arter Anevrizması: Olgu Sunumu
Bilateral Extracranial Carotid Artery Aneurysm: Case Report
Merve Aşıkovalı, Kamer Tandoğan, Ülker Kelleci, Metin Onur Beyaz, Ayse Destina Yalçın
doi: 10.14744/bmj.2022.03880  Sayfalar 192 - 194
Ekstrakraniyal karotis arter anevrizmaları tüm arteriyel anevrizmaların %1’den azını, periferik arter anevrizmalarının da %4’ünü oluşturmaktadır. Etyolojide ateroskleroz (%46-70) en sık nedendir. Bu anevrizmalar tedavi edilmediğinde rüptür riski, tromboemboliye bağlı inme, ölüm gibi komplikasyonlar bildirilmiştir. Bu olguda, akut infarkt nedeni olarak tespit edilen bilateral ve dev ekstrakraniyal karotis arter anevrizmasının sunulması amaçlanmıştır.
The extracranial carotid artery aneurysm (ECAA) constitutes <1% of all arterial aneurysms and 4% of peripheral arterial aneurysms. Atherosclerosis (46–70%) is the most common cause of etiology. When these aneurysms are not treated, complications such as risk of rupture, stroke and death due to thromboembolism have been reported. In this case, we aimed to present a case of bilateral and giant ECAA as the cause of acute infarction.

11.
Acil Serviste Beyin Tümörlerinin Tanınmayan Bir Semptomu: Sol Homonim Hemianopsi
An Unrecognized Symptom of Brain Tumors in the Emergency Department: Left Homonymous Hemianopsia
Yunus Emre Sağmal, Merve Ekşioğlu, Tuba Cimill Ozturk
doi: 10.14744/bmj.2022.68442  Sayfalar 195 - 198
Görme yolları üzerinde kitle veya iskemik lezyonu bulunan hastalar, lezyonun lokalizasyonuyla uyumlu olarak etkilenen taraftaki engellerden kaçınamazlar, yaklaşan insanlara ve engellere çarpabilirler. Bu olgu sunumunda, baş ağrısı ve tekrarlayan travma öykülerinden yola çıkılarak yapılan görme alanı muayenesinde homonim hemianopsisi olan ve glioblastoma tanısı alan olguya dikkat çekilmek istendi. Elli iki yaşında erkek hasta, son bir haftadır sol tarafındaki nesnelere çarpma ve arabasının sol yanını iki kez vurma şikayetiyle acil servise başvurdu. Hastanın görme alanı muayenesinde sol homonim hemianopsi tespit edildi. Bilgisayarlı tomografi görüntülemesinde sağ oksipitopariyetalde yaygın periferik ödemin eşlik ettiği kitle izlendi. Hastanın beyin cerrahisi bölümüne yatışı yapıldı. Yatışından bir gün sonra opere edilen hastanın patoloji sonucu glioblastoma ile uyumlu bulundu. Görme alanları, özellikle diğer semptomlarla ilişkilendirildiğinde, beyin lezyonlarının yeri hakkında değerli bilgiler sağlar. Bu şikayetler ile gelen hastaların anamnezi derinleştirilmelidir. Bu hastalar görme kusurlarının farkında olmayabilir, bu nedenle hastalara nörolojik değerlendirmede rutin görme alanı muayenesi mutlaka yapılmalıdır.
Patients with a mass or ischemic lesion on the visual pathways cannot avoid obstacles on the affected side in accordance with the localization of the lesion and may collide with approaching people and obstacles. In this case, we wanted to draw attention to the case with homonim hemianopsy and diagnosed with glioblastoma in the visual field examination based on the history of headaches and recurrent trauma. A 52-year-old male patient applied to the emergency department with the complaints of hitting objects on his left side and hitting the left side of his car twice in the past week. Left homonymous hemianopsia was detected in the visual field examination of the patient. On CT imaging, a mass with diffuse peripheral edema were observed in the right occipitoparietal. The patient was admitted to the neurosurgery department. The patient was operated 1 day after hospitalization and his pathology result of the lesion was compatible with glioblastoma. Visual fields provide valuable information about the location of brain lesions, especially when associated with other symptoms. The anamnesis of patients with these complaints should be examined in detail. These patients may not be aware of their visual impairment. Therefore, routine visual field examination should be performed in the neurological evaluation of the patients.

12.
Endonezyalı Genç Bir Erkekte Tüberküloz Lenfadenit
A case of Simultaneous Tuberculous Lymphadenitis and Pleurisy a Young Man from Indonesia
Nurjahan Musayeva, Ayşenur Yalçıntaş Kanbur
doi: 10.14744/bmj.2022.96658  Sayfalar 199 - 203
Tüberküloz lenfadenit, akciğer dışı tüberkülozun en yaygın şeklidir. Servikal bölge lenf düğümlerinde sıklıkla karşılaşılır. Tanıda, tutulan lenf nodundan eksizyonel biyopsi, biyopsi materyalinin aside dirençli basil tespitinde kullanılan boyalarla boyanması ve mikobakteriyel kültür kullanılır. Bu olgu sunumunda, bir haftadır boyun sağ tarafında şişlik ve solunumla birlikte olan göğüs ağrısı şikayetiyle dahiliye polikliniğine başvuran 22 yaşındaki erkek hasta sunuldu. Hastanın fizik muayenesinde boynun sağ tarafında yaklaşık 3 cm büyüklüğünde hassas olmayan bir şişlik saptandı. Yapılan ince iğne aspirasyon biyopsisinde ön planda tüberküloz düşündüren nekrotizan granülomatöz enfeksiyon olarak değerlendirildi. Hastaya antitüberküloz tedavi başlandı. Altı ay sonra hastanın şikayetleri geriledi ve sağlığı yerindeydi.
Tuberculous lymphadenitis is the most common form of extrapulmonary tuberculosis. It is frequently encountered in the cervical region lymph nodes. Excisional biopsy of the involved lymph node, staining of the biopsy material with stains used for the detection of acid-fast bacilli, and mycobacterial culture are used for the diagnosis. We report here on a 22-year-old male patient who was admitted to the internal medicine outpatient clinic with a 1 week history of swelling on the right side of his neck and accompanying chest pain with breathing. The patient’s physical examination documented a non-tender swelling of approximately 3 cm size on the right side of his neck. Fine-needle aspiration biopsy of the node evaluated for causes of necrotizing granulomatous infections with tuberculosis at the forefront. A right-sided pleural effusion (7 cm deep) was detected in the thorax computed tomography examination. The patient was started antituberculous treatment. Following 6 months, the patient’s complaints regressed, he was in good health.

DERLEME
13.
Arkuat Foramen: Atlasın Hatırlanması Gereken Önemli Bir Varyasyonu
Arcuate Foramen: An Essential Variation of the Atlas That Should Keep in Mind
Neşe Keser, Arzu Atıcı, Barış Yılmaz, Esin Derin Çiçek, Ali Fatih Ramazanoğlu, Ali Demiraslan
doi: 10.14744/bmj.2022.82713  Sayfalar 204 - 208
Birinci servikal vertebranın (atlas) varyasyonlarından olan arkuat foramen (AF) vertebral arter sulkusu üzerinde lokalizedir ve tanısında bilgisayarlı tomografi altın standarttır. Komplet ve inkomplet tipleri olan arkuat foramenin rastlanma sıklığı toplumlara, etnik gruplara ve inceleme yöntemine göre değişmekte olup %1-68 arasında değişen oranlar bildirilmektedir. İçinden, vertebral arterin üçüncü segmenti, suboksipital sinir, perivasküler sempatik pleksus ve vertebral venöz pleksus geçmektedir. Arkuat foramen içinden geçen yapılara yaptığı basının derecesine göre bulgu vermekte olup komplet tipte olanının klinik bulgu verme olasılığı daha yüksektir. Boynu aşırı zorlayan travmalar ve üst servikal bölgeye uygulanan cerrahi girişimler esnasında vertebral arter diseksiyonuna neden olma potansiyelinin yüksek olması nedeniyle arkuat foramen ayrıca önem taşımaktadır. Bu çalışmada son literatürler de incelenip bilimsel kanıtlar eşliğinde arkuat foramenin klinik önemi özetlenmiştir.
The arcuate foramen (AF), one of the variations of the first cervical vertebra (atlas), is localized on the vertebral artery (VA) sulcus, and computed tomography is the gold standard in its diagnosis. AF has complete and incomplete types, and its incidence varies according to societies, ethnic groups, and examination methods, ranging from 1% to 68%. The third segment of the VA, the suboccipital nerve, the perivascular sympathetic plexus, and the vertebral venous plexus pass through it. It gives symptoms according to the degree of pressure on the structures passing through it, and the complete type is more likely to give clinical findings. AF is also important because of its potential to cause VA dissection during neck traumas and surgical procedures applied to the upper cervical region. In this study, the latest literature was reviewed, and the clinical importance of AF was summarized in the light of scientific evidence.

LookUs & Online Makale