ÖN SAYFALAR | |
1. | Frontmatters Sayfalar I - VIII |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
2. | Serebrovasküler Olaylarda Klinik İzlem Ölçütlerinin Mortaliteyi Belirlemedeki Rolü The role of Clinical Observation Scales in Determining Mortality for Cerebrovascular Diseases Işıl Kalyoncu Aslandoi: 10.14744/bmj.2022.24855 Sayfalar 1 - 5 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, nörolojik hastalarda kullanılan farklı klinik izlem ölçütlerinin mortaliteyi belirlemedeki değerini göstermektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz nöroloji kliniklerine dört yıl içinde iskemik serebrovasküler hastalık (SVH) tanısı ile yatışı yapılan 2.386 kişilik hasta grubunun bilgileri, inme veri tabanından tarandı. Hastaların yaşı, cinsiyeti ve gerçekleşen ölümler kaydedildi. serebrovasküler hastalık klinik tablosu; “Oxfordshire Community Stroke Project (OCSP)” sınıflaması, “National Institutes of Health (NIH)” inme skalası, Glasgow Koma Skoru (GKS), “Simplified Acute Physiology Score (SAPS)” ve modifiye Rankin skoru (mRs) ile değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmaya alınan 2.386 olgunun ortalama yaşı 65,7 yıl idi, yaş arttıkça ölüm oranının anlamlı olarak arttığı görüldü. Hastaların %51,7’si kadındı ve ölüm oranı ile cinsiyet arasında anlamlı ilişki yoktu. OCSP sınıflamasına göre en yüksek hasta sayısı parsiyel anteriyor sirkülasyon infarktı (%30,6) grubunda iken, en çok ölüm gerçekleşen grup total anteriyor sirkülasyon infarktı (%48,1) grubu idi. En yüksek ölüm oranı NIH inme skoru ≥ 23 olan grupta (%84,8) bulundu. Hastaların %10,8’i GKS değeri 3-6 olan gruptaydı ve ölüm oranları %87,9 ile en yüksekti. SAPS puanı ≥ 14 olan hastaların %82,8’inde ölüm gerçekleşti. Modifiye Rankin skoru ≥ 3 olan hastalarda ölüm oranı %21,9 olarak bulundu. Ki-kare testi ile yapılan karşılaştırmada, cinsiyet dışındaki tüm parametrelerin ölüm üzerine anlamlı etkisi vardı (p<0,0001). Lojistik regresyon analizi sonucunda ise mRs dışındaki tüm parametrelerin ölüm üzerine anlamlı etkisi olduğu saptandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma hem fonksiyonel sonuç ölçütlerini hem de inme terapötik etkililik çalışmalarında kullanılan ayrıntılı nörolojik defisit ölçütlerini gözden geçirmektedir. Nörolojik ölçütler, nörolojik fonksiyondaki küçük değişiklikleri saptayarak mortaliteyi öngörürken, fonksiyonel sonuç ölçütleri hastanın bağımsız fonksiyon yeteneği ile daha alakalı görünmektedir. |
3. | Proksimal Femoral Kilitli Plak ve Uzun Proksimal Femoral Çivi: Ters Oblik İntertrokanterik Kırıkların Fiksasyonu İçin Karşılaştırma Çalışması Is Long Proximal Femoral Nail Antirotation Superior to Proximal Femoral Locking Compression Plate in Reverse Oblique Intertrochanteric Fractures? Mehmet Ali Talmaç, Ali Şeker, Ahmet Onur Akpolat, Bekir Eray Kılınçdoi: 10.14744/bmj.2022.38358 Sayfalar 6 - 12 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, AO kırık sınıflaması 31A3 olarak sınıflandırılan ters oblik intertrokanterik femur kırıkların fiksasyonunda uzun proksimal femoral çivi (LPFNA) ve proksimal femoral kilitli kompresyon plağı (PFLCP) ile tedavi edilen hastaların klinik ve radyolojik sonuçlarını karşılaştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 62 hasta dahil edildi. Otuz beş hastada (n grubu) LPFNA, 27 hastada (p grubu) PFLCP ile fiksasyon yapıldı. Tüm hastaların preoperatif, perioperatif ve postoperatif verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm değişkenler gruplar arasında karşılaştırıldı. BULGULAR: Ortalama yaş 61,7 yıl (dağılım; 29-92 yıl) idi. Ortalama tahmini toplam kan kaybı, ortalama operasyon ve floroskopi süreleri, kan transfüzyonu yapılan hasta oranı ve anatomik redüksiyon kalitesi sayısı p grubunda n grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Boyun-şaft ve femoral anteversiyon açılarının ortalama değişimi, n grubunda p grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. TARTIŞMA ve SONUÇ: Perioperatif verilerde LPFNA daha üstün olmasına rağmen, PFLCP redüksiyon sağlama ve kalıcılık açısından daha üstündü. Fonksiyonel skorlarda, her iki implant da benzer ve tatmin edici sonuçlara sahipti. Sonuçlarımıza göre, ters oblik trokanterik kırıkların tespiti için PFLCP iyi bir seçenek olabilir. |
4. | Premenopozal Dönemdeki Astımlı Hastalarda İnhale Kortikosteroidlerin Kemik Mineral Yoğunluğu, Kemik Yapım ve Yıkım Belirteçleri ile Yaşam Kalitesi Üzerine Etkileri The Effects of Inhaled Corticosteroids on Bone Mineral Density, Bone Formation/Resorption Markers, and Quality of Life in Premenopausal Asthmatic Women Arzu Atıcı, Lale Cerrahoğlu, Pınar Çelik, Bekir Sami Uyanıkdoi: 10.14744/bmj.2022.33254 Sayfalar 13 - 18 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, astımlı hastalarda inhale kortikosteroidlerin kemik mineral yoğunluğu (KMY), kemik yapım ve yıkım belirteçleri ile yaşam kalitesi üzerine etkisinin araştırılması amaçlandı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışmaya astım tanısı almış, en az üç aydır düzenli inhale kortikosteroid kullanan premenopozal dönemdeki kadın hastalar dahil edildi. Kontrol grubu olarak astımı olmayan ve daha önce kortikosteroid kullanmamış premenopozal dönemdeki kadın bireyler çalışmaya alındı. Kemik yapım ve yıkım belirteçleri olarak serum kemiğe spesifik alkalen fosfataz (BAP), osteokalsin ve beta crosslaps düzeyleri incelendi. Lomber vertebra L2-L4 anterior, sol femur boynu ve kalça toplam KMY, T ve Z skorları ölçüldü. Hastaların yaşam kalitesini değerlendirmek için Kısa Form 36 (SF-36) yaşam kalitesi ölçeği kullanıldı. BULGULAR: Çalışmaya 22 astımlı hasta, kontrol grubu olarak da astımı olmayan 22 birey dahil edildi. Her iki grup arasında L2-L4 anterior, femur boynu ve kalça toplam KMY, T ve Z skorları arasında ve serum osteokalsin, beta crosslaps ve BAP seviyelerinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Astımlı hastaların hastalık yılı, inhale kortikosteroid kullanım süresi ve kümülatif inhale kortikosteroid dozuyla KMY arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı (p>0,05). Astımlı hastalarda kontrol grubuna göre SF-36 yaşam kalitesi ölçeği ağrı puanı istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulundu (p<0,05). SF-36 yaşam kalitesi ölçeğinin diğer alt ölçek-lerinde ise anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada, inhale kortikosteroidlerin KMY ile kemik yapım ve yıkım belirteçleri üzerine etkisi saptanmadı. Astımlı hastalarla kontrol grubu arasında SF-36 yaşam kalitesi ölçeğinde ağrı dışındaki parametrelerde farklılık tespit edilmemesi de astımlı hastalarda inhale kortikosteroidlerin yaşam kalitesi üzerine olumlu etkisi olabileceğini düşündürmektedir. |
5. | Subaraknoid Kanama Modellerinde miR-30a ve miR-143'ün Düzenlenmesinde Progesteronun Rolü: Doza Bağlı Etki Üzerine Bir Çalışma The Role of Progesterone in the Regulation of miR-30a and miR-143 in Rat Models of Subarachnoid Hemorrhage: A Study of Dose-Related Effects Ahmed Yasin Yavuz, Buse Çağla Ari, Suat Erol Çelikdoi: 10.14744/bmj.2022.87049 Sayfalar 19 - 25 GİRİŞ ve AMAÇ: Subaraknoid kanama (SAK) sonrası erken dönemde beyin hasarı önemli bir mortalite nedenidir ancak hücre proliferasyonu, apopitoz, inflamatuvar kaskadların önlenmesinde rol oynar. Bu çalışmada, SAK sonrası miR-30a ve miR-143 ekspresyonu üzerine progesteronun etkisinin belirlenmesi amaçlandı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma, 40 Sprague-Dawley sıçanı üzerinde gerçekleştirildi. Dört gruba ayrıldılar: SAK’lı Grup 1 (n=10); Grup 2, SAK+8 mg progesteron (n=10); Grup 3, SAK+10 mg progesteron (n=10); ve Grup 4, kontroller (n=10). Deneysel SAK, sarnıç enjeksiyon modeli ile oluşturuldu. RNA'lar beyin dokularından izole edildi ve miRNA ekspresyon seviyeleri Quantitative real-time polimeraz zincir reaksiyonu ile belirlendi. BULGULAR: SAK'lı erkek sıçanların miR-30a ve miR-143 ekspresyonlarında 176 kat ve 126 kat azalma oldu (p<0,05). 8 mg ve 16 mg progesteron uygulanan erkek sıçanlarda miR-30a ekspresyonlarında 39 kat ve 2,4 kat azalma tespit edildi (p<0,05). Ekspresyon düzeylerinde kadınlarda miR-30a ve miR-143'te 2,3 kat azalma ve 15 kat artış vardı (p<0,05). 8 mg ve 16 mg progesteron verilen dişi sıçanlarda miR-30a ekspresyonlarında 1,25 kat artış ve 4,5 kat azalma bulundu (p<0,05); ancak 8 mg ve 16 mg progesteron ile kadınlarda miR-143 ekspresyonlarında 1.400 kat ve 400 kat artışlar (p<0,05) bulundu. TARTIŞMA ve SONUÇ: SAK'lı erkeklerde miR-30a ve miR-143 ekspresyonlarındaki azalma, progesteron dozlarının artmasıyla normal sınırlara yaklaşmıştır. Progesteronun miR-30a ve miR-143 ekspresyonlarındaki bu doza bağımlı etkisinin moleküler temelinin ileri çalışmalarda araştırılması gerektiğini düşünmekteyiz. |
6. | COVID-19 Pandemisi ve Ulusal Karantina Döneminde Üçüncü Basamak Bir Göz Hastanesinde Yapılan Vitreoretinal Cerrahi Uygulamalar ve Sonuçları Vitreoretinal Surgery Procedures and Results in a Tertiary Eye Hospital During the COVID-19 Pandemic and National Quarantine Period Şehnaz Özçalışkan, Seren Pehlivanoğlu, Merve Özbek, Cengiz Alagöz, Gürkan Erdoğan, Özgür Artunaydoi: 10.14744/bmj.2022.00821 Sayfalar 26 - 31 GİRİŞ ve AMAÇ: Küresel koronavirüs hastalığı (COVID-19) salgını, oftalmoloji dahil tüm tıbbi alanlarda acil ve elektif tedavi yaklaşımlarının önemli ölçüde değişmesine sebep oldu. Çalışmamızın amacı, pandemi ve karantina sürecinde yapılan vitreoretinal cerrahi (VRC) işlemlerin dağılımını, anatomik ve görsel sonuçlarını bildirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, COVID-19 pandemi ve karantina dönemi olan 11 Mart 2020 ile 31 Mayıs 2020 tarihleri arasında üçüncü basamak bir göz hastanesinde çeşitli retina hastalıklarının tedavisinde uygulanan VRC işlemler retrospektif olarak incelendi. Uygulamaların endikasyonları, anatomik ve görsel sonuçları ile cerrahi komplikasyonlar gözden geçirildi. BULGULAR: Bu dönemde VRC işlem uygulanan 335 hastanın 197’si (%59) erkek, 138’i (%41) kadındı. Olgulara en sık reg-matojen retina dekolmanı (%48.6) nedeniyle VRC işlemi yapılmakla beraber bunu diyabetik traksiyonel retina dekolmanı (%14.0), komplike vitreus hemorajisi (%11), silikon yağı ilişkili komplikasyonlar nedeniyle silikon yağı boşaltılması (%10), endoftalmi (%7.5), travmaya ikincil vitreoretinal patolojiler (%5.8), nükleus drop (%2.1) ve intraoküler lens drop (%1.5) takip etmekteydi. Olguların preoperatif en iyi düzeltilmiş görme keskinlikleri Snellen eşeline göre, 0.021±0.167 logMAR düzeyinden 0.258±0.213 logMAR düzeyine yükseldi (p=0.042). Kılavuzlara uygun hale getirilen havalandırma ve ameliyathane koşullarında VRC işlem uygulanan hastaların 255’ine (%76.1) lokal, 80’ine (%23.9) genel anestezi uygulandı. Hastaların %95’i (n=318) anatomik olarak başarılı idi ve retina yatışık izleniyordu. Hastalarda ameliyat sonrası en sık görülen komplikasyon göz içi basıncı değişikliği olarak saptandı. Regmatojen (yırtıklı) retina dekolmanı nedeniyle girişimsel tedavi uygulanan olguların %9,8’inde ameliyat sonrasında göz içi basıncı yüksekliği saptandı. Silikon yağı çıkarılması ameliyatı yapılan olguların %9,3’ünde ise hipotoni tespit edildi. TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19 döneminde uygulanan VRC işlemlerin görsel ve anatomik başarısı ve komplikasyon oranları pandemi öncesi döneme paralellik göstermektedir. Uygun korunma, havalandırma ve ameliyathane koşulları sağlandığı takdirde sağlık çalışanları ve hastalar için bulaş riski asgari düzeye indirilip gerekli hallerde VRC işlem uygu-lamaları yapılabilir. |
7. | Klozapin Tedavisi Alan Şizofreni ve Şizoafektif Bozukluğu Olan Hastaların Bildirdiği Yan Etkiler ve Yan Etkilerin Tedavi Sonlandırılmasına Etkisi Side Effects of Clozapine Treatment in Patients with Schizophrenia and Schizoaffective Disorder and Their Role in the Discontinuation of Treatment Rümeysa Taşdelen, Hatice Kaya, Alp Üçokdoi: 10.14744/bmj.2022.59254 Sayfalar 32 - 39 GİRİŞ ve AMAÇ: Klozapin özellikle tedaviye dirençli şizofreni ve şizoafektif bozukluk tedavisinde kullanılan bir antipsikotik olup, yan etkileri nedeniyle kullanımı kısıtlanmaktadır. Çalışmamızda, klozapin kullanan hastaların bildirdikleri yan etkilerin ve bu yan etkilerin tedavinin kesilmesindeki rolünün araştırılması amaçlandı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda, hastanemizin psikiyatri polikliniklerinde şizofreni ve şizoafektif bozukluk tanılarıyla izlenen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Geçmişte veya halen klozapin kullanmakta olan 246 hastanın bildirdiği yan etkiler ve eğer klozapin kesilmişse kesilme nedenleri ile hastaların sosyodemografik özellikleri, klinik özellikleri, bildirilen yan etkiler ve tedaviyi bırakma nedenleri kaydedildi. BULGULAR: Klozapin kullanılan hastalarda en sık bildirilen yan etkiler; sedasyon (%35,6), hipersalivasyon (%27,9), kilo artışı (%19), inkontinans (%8,1), obsesif kompulsif belirtiler (%6,5), nöbet-miyokloni (%4,9), ortostatik hipotansiyon (%4,5), lökopeni (%3,6), cinsel yan etkiler (%1,2) ve konstipasyondu (%0,8). Hastaların %26,6’sının klozapin tedavisinin kesildiği tespit edildi. Tedavinin kesilme nedenlerinin; %35,4’ünde düzensiz kullanım, %13,8’inde etki/yan etki oranının yetersiz olması, %12,3’ünde etkisizlik, %9,2’sinde lökopeni, %7,7’sinde nöbet, %3,1’inde kilo alımı, %6,2’sinde inkontinans, %6,2’sinde sedasyon, %3,1’inde obsesif kompulsif belirtiler, %1,5’inde hipersalivasyon ve %1,5’inde ortostatik hipotansiyon olduğu belirlendi. Klozapin tedavisinin kesilme sebepleri araştırıldığında; intihar girişimi sayısı fazla olan hastalarda düzensiz kullanım ve yeterli etkinin sağlanamaması nedeniyle ilaç kesiminin anlamlı olarak yüksek olduğu saptandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Klozapin tedavisi, hastaların yaklaşık dörtte birinde yan etkiler, düzensiz kullanım veya ilacın belirgin bir yararının görülmemesi nedeniyle sonlandırılmaktadır. Baştan beri olumsuz gidiş gösteren hastalarda klozapinin yanıtsızlık nedeniyle kesilmesi daha sıktır. Hekimlerin yan etkilerle etkin ve erken mücadele etmek konusunda farkındalığının artması, klozapin tedavisinin kullanılma oranlarının artmasına katkı sağlayacaktır. |
8. | Adolesan kızlarda Homeostatic Model Assessment Insulin Resistance (HOMA-IR) Değerleri ile Pilonidal Sinüs Hastalığı Arasındaki İlişki: Retrospektif Bir Çalışma The Relationship Between Homeostatic Model Assessment Insulin Resistance (HOMA-IR) Values and Pilonidal Sinus Disease in Female Adolescents: A Retrospective Study Birsen Harmadoi: 10.14744/bmj.2023.28247 Sayfalar 40 - 44 GİRİŞ ve AMAÇ: Pilonidal sinüs büyük sıklıkla sakrokoksigeal bölgede görülen cilt altı inflamatuar bir hastalıktır ve erkeklerde daha sık görülür. Kadınlarda daha erken görülmesinin nedeni, ergenliğin erken başlaması ve bu dönemde seks hormonlarının aktivasyonudur. Bildiğimiz kadarıyla insulin direnci seviyesi ve pilonidal sinüs hastalığı (PSH) arasındaki ilişki hakkında çok sınırlı araştırma bulunmaktadır. Bu çalışma adolesan kız çocuklarda pilonidal sinüs hastalığı (PSH) gelişiminde insülin direncinin rolünü belirlemek için yapılmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışma PSH nedeniyle ameliyat edilen 30 adölesan kızdan oluşan bir hasta grubunu ve hastane kayıtlarından aynı sayıda oluşturulan bir kontrol grubunu içermektedir. Serbest T3, T4, TSH, insülin ve açlık kan şekeri düzeyleri hastane veri tabanından kaydedildi. İnsülin direncini tanımlamak için insülin direncinin homeostaz modeli değerlendirmesi (HOMA-IR) indeksleri hesaplandı. HOMA-IR skoru ≥2.86 olan ergen çocuklarda insülin direncinin varlığı kabul edildi. BULGULAR: Hastaların ortanca yaşı 15,83±1,86 yıl olarak bulundu ve bunların 25’inde (%83.3) insülin direnci saptandı. Tiroid fonksiyon testleri (serbest T3, serbest T4 ve TSH) hasta ve kontrol grupları arasında önemli farklılık göstermedi (p>0,05). PSH ile yüksek insülin (ortanca±SS 19.46±7.28; p<0.05) ve HOMA-IR skoru (ortanca±SS 4.59±1.87; p <0.05 ) arasında güçlü bir korelasyon bulundu. TARTIŞMA ve SONUÇ: HOMA-IR skorları ile insülin düzeylerinin korelasyon analizine göre, yüksek HOMA-IR skoru ile yüksek insülin seviyesinin hormonal yollarla aşırı tüy büyümesine neden olabileceği sonucuna varılmıştır. Bu nedenle hiperinsülinemi, kız ergenlerde PSD gelişimi için bir risk faktörüdür. |
OLGU SUNUMU | |
9. | Akut İskemik İnme Hastalarında Doku Plazminojen Aktivatörü ile Tekrarlayan İntravenöz Trombolitik Tedavi Deneyimleri: Olgu Serisi Repeated Intravenous Thrombolytic Treatment Experience with Tissue Plasminogen Activator in Patients with Acute Ischemic Stroke: Case series Kadriye Güleda Keskin, Çisil İrem Özgenç Biçer, Işıl Kalyoncu Aslan, Pelin Doğan, Irmak Salt, Eren Gozkedoi: 10.14744/bmj.2022.58070 Sayfalar 45 - 50 İskemik inme konusunda tedavi yöntemleri son yıllarda değişime uğramakta ve bu yöntemler hastaların prognoz ve sağkalımı üzerinde olumlu etki göstermektedir. Rekombinant doku plazminojen aktivatörü alteplazın (r-tPA) kullanıldığı intravenöz trombolitik tedavi bu yaklaşımlardan biridir. Semptom başlangıcından itibaren ilk 4,5 saatte uygulandığında hastaların fonksiyonel sonuçlarının iyileşmesinde etkili olduğu kanıtlanmıştır. Fakat hekimler bazı durumlarda gelişebilecek komplikasyonlar nedeniyle tereddütte kalabilmektedir. Tekrarlayan inme hastalarında bu komplikasyonların gelişme olasılığının yüksek olma düşüncesi, intravenöz r-tPA uygulaması konusunda şüphede bırakmaktadır. Bu yazının amacı, tekrarlayan iskemik inmelerde uygulanan intravenöz trombolitik tedavinin etkinliği ve güvenirliliğine dair literatüre katkı sağlamaktır. Çalışmada, Eylül 2017-Eylül 2020 tarihleri arasında yedi tane birden fazla r-tPA tedavisi uygulanan hasta sunuldu. Hastaların yaş, cinsiyet, inme risk faktörleri, başvuru/final “National Institutes of Health (NIH)” inme skorları ve hemorajik transformasyon oranları değerlendirildi. Trombolitik tedaviler arasında ortalama süre 244,7 gün (en az 58 gün, en fazla 1 yıl 9 ay 10 gün); başvurudaki ortalama NIH inme skoru ilk r-tPA öncesi 7,57, ikincisi öncesi 8,26 idi. Taburculuktaki ortalama NIH inme skoru ilk tPA sonrası 1,57, ikincisi sonrası 2,8 idi. Beş hastada inme etiyolojisinde kardiyoembolik olay saptandı. İki hastamızda klinik kötüleşme izlendi. Semptomatik hemorajik transformasyon oranımız literatüre benzerdi, bir hastada görüldü. Kanama oranları, antikoagülan başlanan hastalarda hesaplanan HAS-BLED ile doğru orantılıydı. Hastalarımızda komplikasyon oranları literatüre benzer görüldü ve ilk üç ayda tekrarlayan trombolitik tedavilerin prognozları iyiydi. |
10. | Endoskopik Ultrason İnce İğne Aspirasyonu ile Gastrik Bronkojenik Kist Tanısı The Diagnosis of Gastric Bronchogenic Cyst with Endoscopic Ultrasound Fine-Needle Aspiration Atilla Bektaş, Mehmet Bektaşdoi: 10.14744/bmj.2022.09326 Sayfalar 51 - 53 Dispeptik şikayetleri olan 40 yaşındaki kadın hastaya yapılan endoskopide korpus arka duvarında 25 mm'lik subepitelyal lezyon saptandı. Daha sonra kliniğimize EUS için sevk edildi. EUS incelememizde muskularis propriadan kaynaklanan 24x17 mm boyutlarında subepitelyal lezyon ve hipoekoik görünüm izlendi. EUS-FNA yapıldı; müsinöz sıvı aspire edildi. Sitoloji sonucu siliyer epitel ile döşeli benign kistik büyüme, bronkojenik kist olarak yorumlandı. |
11. | Total Paratiroidektomi ve Önkol Ototransplantasyonu Yapılan Bir Hastada Sahte Yüksek Düzeyler Spuriously High Levels in a Patient After Total Parathyroidectomy with Forearm Auto-Transplantation Özge Kama Başcı, Nilüfer Özdemir, Zeliha Hekimsoydoi: 10.14744/bmj.2022.72602 Sayfalar 54 - 58 Primer hiperparatiroidizm; parathormon yüksekliği ile birlikte hiperkalsemiye özgü semptom ve bulgularla seyreden bir endokrin hastalıktır. Bir veya daha fazla adenom, hiperplazi ya da nadiren paratiroid karsinomu eşlik edebilir. Tedavide yaygın olarak paratiroidektomi uygulanır. Operasyon sonrası hipokalsemi ya da nüks hiperplazi gelişebilir. Bu nedenle hastalar yakından izlenmektedir. Bu olgu sunumunda total paratiroidektomi ve ön kol ototransplantasyonundan 2 yıl sonra parathormonda izole yükseklik saptanan bir hasta sunuldu. Nakil yapılmış ön koldan alınan kanda yalancı yüksek parathormon düzeylerinin saptanması, rekürren hiperparatiroidizm yanlış tanısına yönlendirebilir. Bu yazıda parathormon düzeylerinin, ön kol ototransplantasyonu yapılan hastalarda yüksek seyretmesi halinde her iki koldan ölçüm yapılması vurgulanmaktadır. |
DERLEME | |
12. | Meme Hastalıklarında Mamografi Eşliğinde Uygulanan Girişimsel İşlemler Interventional Procedures Under the Guidance of Mammography in Breast Diseases Fatma Nur Soylu Boydoi: 10.14744/bmj.2022.50570 Sayfalar 59 - 64 Memede görülen malignite açısından şüpheli lezyonların, histopatolojik tetkiklerinin doğru ve hızlı bir şekilde yapılması, meme kanserinin erken tanısı ve sağkalım açısından önem arz etmektedir. Erken evre meme kanserinin en önemli belirtisi olan mikrokalsifikasyonlar, mamografi ile ortaya koyulabilir. Bu mikrokalsifikasyonların histopatolojik tanıları ve ameliyat öncesi işaretlemeleri de sadece mamografi eşliğinde gerçekleştirilebilir. Mamografi ile yapılan biyopsilerin, günümüzdeki standart uygulaması vakum yardımlı biyopsilerdir (vacuum assisted biopsy, VAB). VAB ile cerrahi olmaksızın büyük oranda kesin tanı koyulabilmektedir. Bu da cerrahinin hasta, cerrah ve sağlık sistemine getireceği yükleri azaltmaktadır. Bu yazıda, mamografi eşliğinde yapılan girişimsel işlemlerin teknik detayları ve güncel literatür ışığında genel değerlendirmesi anlatıldı. |