ÖN SAYFALAR | |
1. | Front Matter Sayfalar I - VII |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
2. | Huntington Hastalığında Bilişsel Bozuklukların Değerlendirilmesi ve Motor Belirtiler ile Trinükleotid Tekrar Artışı Arasındaki İlişki Evaluation of Cognitive Disorders in Huntington’s Disease and Their Relationship with Motor Symptoms and Trinucleotide Repeat Expansion Esma Kobak Tur, Kadriye Güleda Keskin, Ceren Erkalaycı, Eren Gözkedoi: 10.14744/bmj.2023.49389 Sayfalar 203 - 208 GİRİŞ ve AMAÇ: Huntington hastalığı (HH), koreiform hareketler, psikiyatrik problemler ve bunama ile karakterize olan, kalıtsal ilerleyici bir nörodejeneratif hastalıktır. HH tipik olarak bir motor bozukluk gibi görülse de bilişsel gerileme hastalığın klinik belirtileri başlamadan önce bile ortaya çıkabilir. Kognitif bozulmalar; emosyonel labilite, kelime dağarcığı azalması, yürütücü işlevlerde bozulma gibi tablolarla prezente olabilmektedir. Bu çalışmada, genetik ve klinik olarak konfirme HH tanısı almış hastaların kognitif bulgularının ve hastalık parametreleri ile olan ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 15 hasta ve 15 kontrol dahil edildi. Hastaların klinik skorlarını belirlemek için, Birleşik Huntington Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (UHDRS) uygulandı, total motor skor (TMS), bağımsızlık ölçeği skorları ve fonksiyonel kapasite skorları hesaplandı. Hastaların kognitif durumunu belirlemek için Montreal kognitif değerlendirme bataryası Türkçe valide formu (MOCA-TR), Stroop test Türkçe valide formu (Stroop test TBAG formu) ve sembol sayı modaliteleri testi uygulandı. BULGULAR: Huntington hastalarında MOCA-TR skorları kontrollere göre anlamlı olarak azaldı (p<0,001). Hastaların Stroop testi TBAG formunun tamamlanma süresinde kontrollere göre belirgin bir uzama vardı (p<0,05). MoCA-TR skoru, hastaların bağımsızlık ölçeği puanı ve fonksiyonel kapasite skoru ile güçlü bir pozitif korelasyon sergilerken, toplam motor puanı ile güçlü bir negatif korelasyon gösterdi. Tersine, MoCA-TR skoru, hastalık yükü skoru ile orta derecede negatif bir korelasyon ve hastalık ilerleme hızı ile belirgin bir negatif ilişki gösterdi (p<0,05). CAG tekrarları ile hastalık başlangıç yaşı arasında güçlü bir negatif korelasyon gözlenirken, CAG tekrarları ile hastalık yükü skoru arasında oldukça anlamlı bir pozitif ilişki ortaya çıktı (p<0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada, hastaların kognitif skorları ile hastalığın klinik bulguları arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterildi. Ayrıca hastaların bilişsel puanlarının hastalık yükünü ve hastalık ilerleme hızını da etkilediği belirtildi. Erken evrelerde bilişsel bozukluğun belirlenmesi, kişiselleştirilmiş hastalık değiştirici tedavi stratejilerine katkıda bulunabilir. |
3. | Kalkaneal Spur (Topuk Dikeni) Hastalarında Ayak Ağrısı ve Fonksiyonelliği ile Kinezyofobi Arasındaki İlişkinin İncelenmesi Investigation of the Relationship Between Foot Pain, Functionality, and Kinesiophobia in Patients with Calcaneal Spurs Filiz Yıldız Aydın, Işıl Üstündoi: 10.14744/bmj.2023.43660 Sayfalar 209 - 215 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, kalkaneal spur (topuk dikeni) hastalarında ayak ağrısı ve fonksiyonel durumun kinezyofobi ile ilişkisi araştırıldı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Kliniğine topuk ağrısı ile başvuran hastalar klinik ve radyolojik olarak değerlendirilerek kalkaneal spur tanısı alan 50 hasta ve 50 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Katılımcıların demografik verilerinin yanı sıra hasta grupta ağrı şiddeti Vizüel Analog Skala (VAS) ile, ayak fonksiyonları ise Ayak Fonksiyon İndeksi (AFİ) ile ve her iki grupta kinezyofobi Tampa Kinezyofobi Ölçeği (TKÖ) ve Hareket Korkusu Nedenleri Ölçeği (HKNÖ) ile değerlendirildi. BULGULAR: Her iki grubun %90’ı kadın (n=45), %10’u erkekti (n=5). Demografik özelliklerden beden kitle indeksi kalkaneal spurlu hasta grubunda yüksekti (p<0,05). Hastalar ve sağlıklı kontroller arasında TKÖ skorları arasında istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). HKNÖ alt ölçeklerinden olan biyolojik alt ölçek, psikolojik alt ölçek ve total ölçek skorlarında hasta grupta kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yükseklik saptandı (sırasıyla p=0,004, p=0,024, p=0,003). Kalkaneal spur hastalarında VAS-aktivite ile AFİ-ağrı skoru arasında güçlü bir pozitif yönlü istatistiksel anlamlı ilişki (r=0,577, p=<0,001), VAS-aktivite ile AFİ-yetersizlik skoru (r=0,411, p=0,003), AFİ-aktivite kısıtlılığı skoru (r=0,361, p=0,010) ve AFİ toplam skoru (r=0,512, p<0,001) arasında orta derecede pozitif yönlü istatistiksel anlamlı ilişki bulundu. AFİ-aktivite kısıtlılığı skorları ile HKNÖ-biyolojik skoru (r=0,431, p=0,002) ve HKNÖ-toplam skoru (r=0,325, p=0,021) ile arasında orta derece pozitif yönlü istatistiksel anlamlı ilişki bulunmuşken, HKNÖ-psikolojik skoru (r=0,151, p=0,294) arasında bir ilişki saptanmadı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Kalkaneal spur hastaları kinezyofobi açısından TKÖ ile değerlendirildiğinde sağlıklı grupla fark saptanmazken, HKNÖ’de fark gözlendi. Kinezyofobi bu hastalar için dikkate alınması gereken bir sorundur. Kalkaneal spur hastalığında biyolojik, psikolojik ve rehabilitasyon yöntemleriyle bütüncül yaklaşım esastır. |
4. | Kronik Omurilik Yaralanmalı Hastalarda Serum Lipid Seviyelerinin Değerlendirilmesi Evaluation of Serum Lipid Levels in Patients with Chronic Spinal Cord Injury Arzu Atıcıdoi: 10.14744/bmj.2023.92300 Sayfalar 216 - 222 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, omurilik yaralanmalı hastalarda serum lipid seviyelerini değerlendirmek ve lipid seviyelerini etkileyen faktörleri araştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmaya Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Kliniğimizde 2018-2023 yılları arasında takipli olan toplam 96 omurilik yaralanmalı hasta dahil edildi. American Spinal Injury Association Bozukluk Skalası (ABS), Fonksiyonel Ambulasyon Sınıflaması (FAS), Omurilik Yaralanması Spastisite Değerlendirme Ölçeği (SCI-SET) ve Omurilik Bağımsızlık Ölçeği-III (SCIM-III) puanları hasta dosyalarından kaydedildi. Serum total kolesterol (TC), düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol (LDL-c), yüksek yoğunluklu lipoprotein kolesterol (HDL-c), trigliserid (TG) seviyeleri ve TC/HDL-c oranları değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların TC seviyeleri 200 mg/dL’nin üzerinde olanlar %41,7, LDL-c 130 mg/dL’nin üzerinde olanlar %32,3, HDL-c 40 mg/dL’nin altında olanlar %47,9, TG 150 mg/dL’nin üzerinde olanlar %41,7 idi. Hastaların %29,2’sinde ise TC/HDL oranı 4,5 ve üzerindeydi. Yetmiş dört hastamızın (%77,1) en az bir lipid profilinde anormallik vardı. Erkek omurilik yaralanmalı hastalarda kadınlara göre HDL-c seviyeleri daha düşük, TG seviyeleri ve TC/HDL-c oranları daha yüksekti (p<0,05). TC ve LDL-c ile beden kitle indeksi (BKİ) ve FAS arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptandı (p<0,05). HDL-c ile omurilik yaralanması süresi, FAS ve SCIM-III total puanı ile istatistiksel olarak anlamlı korelasyon bulundu (p<0,05). TG seviyeleri ile sadece BKİ arasında anlamlı korelasyon mevcuttu (p<0,05). TC/HDL-c oranı ile BKİ arasında pozitif yönde, omurilik yaralanması süresi ve SCIM-III total skoru ile de negatif yönde istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptandı (p<0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Omurilik yaralanmalı hastaların büyük kısmında dislipidemi görüldü. Erkek hastalarda dislipidemi oranları daha fazlaydı. Lipid seviyeleriyle BKİ, omurilik yaralanması süresi, bağımsızlık seviyeleri ve ambulasyon dereceleri arasında ilişki mevcuttu. |
5. | Akut Apandisitte Klinik Değerlendirme ve Çift Kontrastlı Bilgisayarlı Tomografi ile Ön Tanı Prediagnostic Clinical Evaluations and Double Contrast Computed Tomography in Suspected Acute Appendicitis Yılmaz Aydın, Ahmet Doğan Kuday, Verda Tunaligil, Derya Abuşka, Mustafa Yazıcıoğlu, Doğaç Niyazi Özüçelikdoi: 10.14744/bmj.2023.72621 Sayfalar 223 - 230 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, histopatolojik tanıya göre akut apandisit ön tanısı olan ve çift kontrastlı abdominal bilgisayarlı tomografi (BT) sonrası opere edilen hastalarda abdominal BT’nin tanısal değerini ortaya koymaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, 01 Mart 2009-01 Mart 2011 tarihleri arasında, acil tıp polikliniğine karın ağrısı şikayetiyle başvuran ve klinik olarak akut apandisit tanısı ile ameliyat edilen hastaların verileri gözden geçirildi. Olgu grubu, ameliyat öncesi çift kontrastlı karın BT taraması yapılan 111 hastadan oluşuyordu; kontrol grubu ise abdominal BT taraması yapılmadan opere edilen rastgele seçilmiş 50 hastadan oluşuyordu. BULGULAR: Bu çalışmada hastaların %57,1'i erkek, %42,9'u kadın ve hastaların yaş ortalaması 38,90±16,38 yıl idi. Gruplar arasında cinsiyet, yaş, semptomlar, vücut ısısı, abdominal fizik muayene, beyaz küre, tam idrar tahlili sonuçları ve Alvarado skoru açısından anlamlı fark yoktu (p>0,05). Histopatolojik olarak apandisit tanısı alan hastalarda, almayanlara göre ultrasonografi (USG) ve BT arasındaki tanı farkı istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Akut apandisit tanısında USG'nin duyarlılığı %35,71, özgüllüğü %85,71, pozitif prediktif değeri (PPV) %90 ve negatif prediktif değeri (NPV) %27,02 iken, BT’nin duyarlılığı %60,46, özgüllüğü %92, PPV değeri %92,85 ve NPV değeri %40,35 bulundu. TARTIŞMA ve SONUÇ: BT, acil serviste akut apandisit tanısında kullanılabilecek temel yöntemlerden biridir ve gereksiz laparotomiyi azaltabilir. Acil serviste klinik muayene ve USG ile akut apandisit tanısı konulabilmektedir, ancak USG ile akut apandisit tanısı konulamayan hastalarda BT değeri daha yüksek bulunmuştur. |
6. | Daha Fazla Kan Ürününe İhtiyacınız Var mı, Yok mu? COVID-19 Salgını Sırasında Kan ve Kan Ürünlerinin Kullanımı Do You Need More Blood Product or No! Use of Blood and Blood Products During COVID-19 Pandemic Ayşe Bozkurt Turhan, Sacit İçten, Ali Turhan, Selma Dağcıdoi: 10.14744/bmj.2023.14632 Sayfalar 231 - 236 GİRİŞ ve AMAÇ: Koronavirüs hastalığı (COVID-19) hem kan bağışlarında hem de kan kullanımında ciddi azalmaya neden oldu. Gönüllü bağışçıların sayısı büyük ölçüde azaldı. Pandemi sırasında kan transfüzyon hizmetlerinin planlanması, hastaların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kan stoğunun uygun şekilde yönetilmesini sağlamak için gereklidir. Bu çalışmanın amacı, hastaneye yatırılması gereken COVID-19 hastalarının transfüzyon ihtiyaçlarını tanımlamak ve hastanenin toplam kan temini üzerindeki etkisini değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, transfüzyon merkezinde 11 Mart 2020-01 Mart 2021 tarihleri arasında kan transfüzyonu gereksinimlerini değerlendiren tek merkezli retrospektif gözlemsel bir çalışmadır. Klinik veriler hastane bilgi yönetim sistemi kayıtlarından, transfüzyon verileri ise laboratuvar bilgi yönetim sisteminden elde edildi. BULGULAR: Yatırılarak tedavi edilen 406 COVID-19 hastasının 181’inin (%44,5) kan transfüzyon ihtiyacı oldu ve bu kişilere 4.106 (%17,6) ünite kan transfüzyonu yapıldı. Kullanılan kan ürünlerinin büyük çoğunluğu taze donmuş plazma (TDP) idi. Trombosit (PLT) ve eritrosit süspansiyonu (ES) transfüzyonları daha düşüktü. COVID-19 hastalarında ES, PLT ve TDP transfüzyon oranları, eş zamanlı COVID-19 olmayan hastalara göre daha düşük saptandı. Kan bileşenlerinin toplam transfüzyon sayısında önceki yılların aynı dönemine göre önemli ölçüde azalma saptandı. Bir önceki yıla göre toplam kan bileşen sayısında %10,4, ES’te %15,4, PLT’de %40,2'lik bir azalma olurken, TDP’de ise %11 artış gözlendi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Pandemiler kan arzını azaltabilirken, çalışmamız hastanede yatan COVID-19 hastalarının düşük kan kullanımına sahip olduğunu gösterdi. Hasta faktörlerinin etkisini inceleyen çalışmalar, hastanede yatan COVID-19 popülasyonlarında kan kullanımını etkileyen mekanizmaları daha fazla aydınlatmaya yardımcı olabilir. |
7. | Evre 4 Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde PD-L1 Ekspresyonunun Prognostik Önemi Prognostic Significance of PD-L1 Expression in Stage 4 Non-Small-Cell Lung Cancer Pelin Korkmaz, Şeyma Özden, Murat Kıyıkdoi: 10.14744/bmj.2023.24572 Sayfalar 237 - 241 GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer kanserinin dünyadaki en ölümcül kanser olması nedeniyle immün kontrol noktaları ve bu noktaları etkileyen moleküllerle ilgili gelişmeler artmıştır. PD-1/PD-L1 immün kontrol noktasını etkileyen immünoterapi tedavilerinin prognoz üzerindeki olumlu etkileri bu immün kontrol noktalarına dikkat çekmiştir. PD-1 yolu için geliştirilen immünoterapi çalışmaları hızla devam ederken, bu çalışmanın amacı PD-L1 düzeyi, immünoterapiden bağımsız olarak küçük hücreli dışı akciğer kanserinde prognostik bir belirteç olarak kullanılıp kullanılamayacağını öngörmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: 01 Ocak 2016-01 Ocak 2018 tarihleri arasında merkezimize başvuran ve küçük hücreli dışı akciğer kanseri tanısı konulan 115 hasta retrospektif olarak incelendi. Tüm hastaların dosyaları detaylı bir şekilde tarandı ve patolojik verileri doğrulandı. Çalışmaya dahil edilen hastaların demografik verileri, patolojik tanı yöntemleri, hastalığa ilişkin tedavi bilgileri ve hastaların geçmiş tıbbi öyküleri hastane veri tabanı referans alınarak kaydedildi. BULGULAR: PD-L1 <%50 olan hastalar negatif grup, PD-L1 değeri %50 ve üstü olan grup pozitif grup olarak kabul edildi. Negatif grupta 27, pozitif grupta 11 hasta vardı. Yirmi yedi negatif grup hastasının 21'inin (%67,8) ve 11 pozitif grup hastasının 3'ünün (%21,3) öldüğü belirlendi. Toplam 38 hastanın 24'ünün (%73,2) öldüğü belirlendi. Negatif grupta ortalama sağkalım 10,81 ay iken, pozitif grupta ortalama sağkalım 28,54 aydı. Pozitif grupta ortalama sağkalım istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,046). TARTIŞMA ve SONUÇ: PD-L1 ekspresyonunun evre 4 küçük hücreli dışı akciğer kanserinde pozitif bir prediktif değer olduğu bulundu. Çalışmamız EGFR, ALK ve ROS mutasyonlarını dışlaması ile diğer çalışmalardan ayrılmaktadır. PD-L1'in prognoz ile ilişkisini daha net belirleyebilmek için daha geniş hasta grupları ile hedef mutasyonları dışlayan, immünoterapi ve hedefe yönelik tedavilerden bağımsız randomize, prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır. |
8. | Memenin Duktal Karsinoma İn Situlu Hastalarında Sentinel Lenf Nodu Biyopsisi Gerekli mi? Is Sentinel Lymph Node Biopsy Necessary in Patients with Ductal Carcinoma in situ of the Breast? Hakan Baysal, Mert Gacemer, Begümhan Baysal, Mehmet Sait Özsoy, Fatih Büyüker, Ibrahim Ali Özemir, Abdullah Aydın, Orhan Alimoğludoi: 10.14744/bmj.2023.88700 Sayfalar 242 - 252 GİRİŞ ve AMAÇ: Mamografi taramasındaki yaygınlaşma ile duktal karsinoma in situ (DKİS) tanısı konulan hasta sayısı son 20 yılda artış göstermiştir. DKİS, prekanseröz bir lezyon olarak tanımlanmakla birlikte metastaz yapmadığı kabul edilmektedir, ancak literatürde pür DKİS hastalarının %1’inde aksilla metastazı görülmektedir. Çalışmanın amacı, DKİS tanılı hangi hastalara sentinel lenf nodu biyopsisi yapılması gerektiğini araştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: 2008-2023 yılları arasında genel cerrahi kliniğinde DKİS tanısı alan hastalar retrospektif olarak değer-lendirildi. Hastaların yaş, klinik özellikler, tümör nükleer derecesi, komedonekroz varlığı, tümör çapı, hormon reseptörü, mikroinvaziv komponent varlığı, aksilla patolojileri, yapılan cerrahi girişimler, lökorejiyonal nüksler, genel ve hastalıksız sağkalım bilgileri değerlendirildi. BULGULAR: Ortalama yaşı 52,2±12,4 (25-76) yıl olan 48 hasta çalışmaya alındı. On altısına mastektomi, 32’sine meme koruyucu cerrahi, 21’ine sentinel lenf nodu biyopsisi, üçüne aksiller diseksiyon yapılırken, 24 hastada aksillaya yönelik girişim yapılmadı. Hastaların 44’ünde pür DKİS, 4’ünde (%8,3) mikroinvaziv komponent saptandı. Aksilla örneklemeleri sonucunda metastaz saptanmadı. Aksilla girişimi yapılan hastaların daha yüksek oranda mastektomi grubunda olması ve mamografilerinde difüz mikrokalsifikasyon görülmesi istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,001 ve p=0,009). Hastalar ortalama 82,5 ay takip edildi, takip sonucunda üç (%6,25) hastada lökorejyonel nüks saptandı. Saptanan nükslerin biri DKİS, diğerleri invaziv kansere bağlıydı. Bu olgulardaki tümör boyutları çalışmadaki ortalama tümör boyutunun üzerinde idi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda aksiller metastaz görülmemesi düşük hasta sayısı ve ortalama tümör boyutunun küçük olmasına bağlanmakla birlikte düşük aksiller metastaz oranı nedeniyle DKİS hastalarına rutin sentinel lenf nodu biyopsisi yapılmayabilir. Sadece mastektomi yapılacak olgularda sentinel lenf nodu biyopsisi tercih edilebilir. |
9. | Türk Toplumunda Erkek Hemşire Algısı: İstanbul İli Örneği Perception of Male Nurse in Turkish society: The Case of Istanbul Province Selma Dağcı, Ayşegül Beyazpınar Kavaklıoğlu, Volkan Kızılay, Serkan Elarslan, Latife Nadire Demirci, Yaşar Sertbaş, Kamil Özdildoi: 10.14744/bmj.2023.33255 Sayfalar 253 - 262 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, hastaların erkek hemşire algısını belirlemek amacıyla yapıldı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma, bir eğitim ve araştırma hastanesine başvuran ve araştırmaya katılmayı kabul eden 521 hasta ile yapıldı. Çalışmada, sosyodemografik özellikler soru formu ile araştırmacılar tarafından literatür doğrultusunda oluşturulan ve hastaların erkek hemşire algısına ilişkin görüşlerini belirlemeye yönelik 3’lü likert tipinde 16 maddeden oluşan önerme formu kullanıldı. BULGULAR: Olguların %30,7’si 30 yaş ve altında, %63,1’i kadın, %27,3’ü ilköğretim mezunu ve %33,4’ü ev hanımı idi. Olguların hastanede yatarak tedavi gördüklerinde kendi cinsiyetlerinde hemşirelerden bakım almak istedikleri (p=0,001), hemcinsleri olmayan hemşireden bakım aldıklarında ise utandıkları, çekindikleri ve şaşırdıkları tespit edildi (p=0,001). Aile üyelerinde sağlık profesyoneli olan hastaların erkek hemşirelerin hastane ortamında ayrım yapılmaksızın her serviste çalışmasını ve kızlarının hemşirelik mesleğini seçmesini onaylayabilecekleri saptandı (p=0,028). Aile üyelerinde sağlık profesyoneli olmayan hastaların ise, erkeklerin hemşirelik mesleğinde bir değişiklik yaratmayacağı düşüncesine sahip oldukları belirlendi (p=0,025). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızdan elde edilen bulgular değerlendirildiğinde, hemşirelik mesleğinin cinsiyete özgü olmadığı, erkek hemşirelerin tüm alanlarda çalışmasının kabul gördüğü ancak hastaların kendi hemcinsleri olan hemşirelerden bakım almak istedikleri belirlendi. Bu kapsamda cinsiyetin, hemşirelik bakımının kalitesini etkilemediği konusunda toplumun bilinçlendirilmesi sağlanmalıdır. |
10. | Multipl Sklerozda Tedaviye Uyum: İlaç Uygulama Yöntemlerinin ve Nöropsikiyatrik Eşlik Eden Durumların Etkisi Treatment Adherence in Multiple Sclerosis: The Effect of Drug Administration Methods and Neuropsychiatric Comorbidities Sena Destan Bunuldoi: 10.14744/bmj.2023.43265 Sayfalar 263 - 269 GİRİŞ ve AMAÇ: Multipl skleroz (MS), genç yetişkinleri etkileyen kronik bir nörodejeneratif hastalıktır. Hastalığı modifiye eden ilaçlar (DMD'ler) hastalığın ilerlemesini yönetmeye ve yavaşlatmaya yardımcı olmasına rağmen, bu tedavilere uyum büyük bir sorundur. Bu çalışmada, nöropsikiyatrik değerlendirmeler bağlamında MS hastalarında tedaviye uyum ve farklı ilaç uygulama yöntemleri arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bir üniversite hastanesi nöroloji kliniğinde, MS tanısı için 2017 yılında gözden geçirilmiş McDonald kriterleri kullanılarak prospektif bir kohort çalışması gerçekleştirildi. Demografik veriler, MS ile ilgili ölçütler ve DMD'ler kaydedildi. Katılımcılar DMD'lerine göre oral, enjektabl ve infüzyon tedavileri olmak üzere kategorilere ayrıldı. MS Tedavi Uyumu Anketi, Beck Depresyon Envanteri ve Sürekli-Kişilik Kaygı Envanteri uygulandı. BULGULAR: Seksen dokuz hastanın %45'inde tedaviye uyum vardı. Oral ve enjektabl DMD'ler için uyumsuz ve uyumlu gruplar arasında yan etki puanlarında anlamlı farklar vardı. Beck Depresyon Envanteri ortalaması 12,49±9,81 iken, STAI1 ve STAI2 için Sürekli-Kişilik Kaygı Envanteri ortalamaları sırasıyla 38,95±10,41 ve 47,89±10,66 idi. Hastalık süresi, ortalama EDSS puanı ve ortalama STAI puanları arasında anlamlı farklar gözlendi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Uyum oranları ilaç uygulama yöntemine göre değişiklik gösterdi; oral tedavilerde %34,4 uyum, enjektabl tedavilerde %53,4 uyum bulundu. Algılanan etkinlik, depresyon ve anksiyete gibi faktörler tedaviye uyumu etkiledi. Yaş, cinsiyet veya eğitim gibi demografik faktörlerle uyum oranları arasında anlamlı bir korelasyon bulunamadı. Tedaviye uyum, MS'nin yönetilmesinde kritik önem taşımaktadır. Bu çalışma, ilaç uygulama yöntemlerinin ve nöropsikiyatrik komorbiditelerin MS tedavisine uyum üzerindeki rolünü vurgulamaktadır. Bu faktörleri göz önünde bulunduran kapsamlı bir değerlendirme, MS hastaları için uygun bir DMD seçiminde hayati öneme sahiptir. |
11. | COVID-19’un Retina Kalınlığı Üzerindeki Etkisi: Prospektif Bir Çalışma COVID-19 ve Retina The Effect of Coronavirus Disease 2019 on Retinal Thickness: A Prospective Study COVID-19 and Retina Okşan Alpoğan, Esra Türkseven Kumral, Serhat Imamoğlu, Nimet Yeşim Erçalık, Nursal Melda Yenerel, Mehmet Serhat Mangan, Cemile Anıl Aslandoi: 10.14744/bmj.2023.49344 Sayfalar 270 - 276 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, koronavirüs hastalığının (COVID-19) retina kalınlığı üzerindeki etkisini prospektif olarak değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu ile doğrulanmış COVID-19 enfeksiyonu olan 26 olgu çalışma grubunu oluşturdu. Optik koherens tomografi ile enfeksiyon öncesi ölçülen makula, retina sinir lifi tabakası (RSLT) ve ganglion hücre kompleksi (GHK) kalınlık değerleri, enfeksiyon sonrası birinci ve üçüncü aylardaki kalınlık değerleri ile karşılaştırıldı. Kontrol grubu, antikor testi ile hastalığı olmadığı belirlenen 13 olgudan oluşturuldu. Tüm olguların sadece sağ gözleri çalışmaya dahil edildi. İstatistiksel analiz için, başlangıç, birinci ve üçüncü ay verilerini karşılaştırmak için tekrarlanan ölçümler varyans analizi veya Friedman testi kullanıldı. BULGULAR: COVID-19 grubundaki tüm olgular hafif semptomlar gösterdi. COVID-19 olgularının hiçbirinde retinal patoloji gözlenmedi. Kontrol grubunda başlangıç, birinci ve üçüncü aylarda retina kalınlık ölçümlerinde fark yoktu (p>0,05). COVID-19 grubunda başlangıç, birinci ve üçüncü ay RSLT ve GHK kalınlık değerlerinde fark yoktu (p>0,05). COVID-19 grubunda merkezi makula kalınlığı enfeksiyon öncesine göre birinci ve üçüncü ayda daha kalındı (p=0,03). TARTIŞMA ve SONUÇ: Koronavirüs enfeksiyonu ilk üç ayda santral makula kalınlığını etkiledi. Enfeksiyondan sonra RSLT ve GHK kalınlıkları değişmedi. Ancak virüsün retina kalınlıkları üzerindeki etkilerini gözlemlemek için olguların uzun süreli takibi gerekebilir. |
OLGU SUNUMU | |
12. | Ankilozan Spondilitin Zor Bir Komplikasyonu: Torakal Vertebra Fraktürüne Bağlı Parapleji A Difficult Complication of Ankylosing Spondylitis: Thoracic Vertebral Fracture-Induced Paraplegia Selda Çiftçi, Latif Tosun, Banu Kurandoi: 10.14744/bmj.2023.54254 Sayfalar 277 - 280 Spondiloartritlerin önemli bir alt grubu olan radyografik spondiloartropati, diğer adıyla ankilozan spondilit, romatoloji pratiğinde sık karşılaştığımız bir hastalık grubunu oluşturmaktadır. Tedavisiz olgularda ilerleyerek vertebraların bambu kamışı şeklini alması, sakroiliyak eklemlerin kapanması kişinin giderek hareketlerinin kısıtlanmasına ve travmalara daha açık hale gelmesine sebep olmaktadır. Biyolojik tedavilerin kullanımı ile bu tablo genellikle önlenebilmektedir. Bu olgu sunumunda, takip ve tedavileri düzenli olmayan ankilozan spondilitli bir olguda vertebra fraktürü sonrası gelişen paraplejiden bahsedilerek literatürün gözden geçirilmesi amaçlandı. |
DERLEME | |
13. | Uluslararası Hasta Güvenliği Hedefleri Doğrultusunda Güvenli Cerrahi Kontrol Listesi Safety Surgery Control List in International Patient Safety Targets Zeliha Berke Aktar, Onur Yarardoi: 10.14744/bmj.2023.38257 Sayfalar 281 - 285 Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında harekete geçirdiği “Güvenli Cerrahi Hayat Kurtarır” adlı projeyle, cerrahide güvenlik uygulamalarının temeli sayılan cerrahi güvenlik kontrol listesi, çalışanların hizmetine sunuldu. Proje kapsamında yer alan güvenli cerrahinin sağlanmasında hasta güvenliğini profesyonel şekilde gerçekleştirebilmek ana hedeftir. Ayrıca güvenli cerrahi uygulamaları hasta memnuniyetinin sağlanmasına da katkıda bulunacaktır. Bu projenin amacı; “Güvenli Cerrahi Kontrol Listesi” adı ile ülkemizde hayata geçirilen uygulamanın kalite çerçevesinde önemini ele almak ve listeyi tanıtmaktır. |