ISSN 2149-0287
Boğaziçi Tıp Dergisi - Bosphorus Med J: 9 (4)
Cilt: 9  Sayı: 4 - 2022
ÖN SAYFALAR
1.
Frontmatters

Sayfalar I - VIII

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.
Akut İskemik İnmede C-Reaktif Protein/Albümin Oranlarının Etyoloji ve Prognozla İlişkisi
The Relationship of CRP/Albumin Ratio with Etiology and Prognosis in Acute Ischemic Stroke
Mustafa Ülker, Saime Füsun Domac, Mehmet Demir, Rahşan Karacı
doi: 10.14744/bmj.2022.60352  Sayfalar 209 - 215
GİRİŞ ve AMAÇ: İnflamasyonun, aterosklerozda hem başlangıçta hem de progresyonda rolü olduğu bilinmektedir. C-reaktif protein ve albüminin her ikisi de inflamasyonun bir göstergesidir ve ateroskleroz ile bağlantılıdır. C-reaktif proteinin albümine oranının (CAR), C-reaktif protein ve albümin arasındaki dengeyi yansıttığı ve sistemik inflamasyonda prognostik önemi olduğu düşünülmektedir. CAR ile akut iskemik inme arasındaki ilişki henüz bilinmemektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2016-Ocak 2018 tarihleri arasında hastanemiz nöroloji bölümünde yatan 477 hasta ile enfeksiyonu ve bilinen tiroid hastalığı olmayan 189 kontrol olgusu incelendi. İlk 24 saat içinde başvuran hastaların inme şiddeti Ulusal Sağlık Enstitüsü İnme Ölçeği (NIHSS) puanı ile değerlendirildi. CAR ile inme şiddeti, erken prognoz ve etyolojik alt tipler arasındaki ilişki değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 69.54±12.8 yıl, %52.2’si erkek ve %47.8'i kadındı. Ortalama CAR değerleri hasta grubunda 66.79±9.0, kontrol grubunda 36.19±3.56 idi. İki grup arasında anlamlı fark vardı (p<0.001). NIHSS'ye göre sınıflandırılan hafif, orta ve ağır gruplarda (<8, 8-14,>14) CAR değerleri açısından belirgin farklılık vardı (60.7±8.5; 87.7±9.53; 89.04±12.02) (p=0.0019). Aterotrombotik grupta ve kardiyoembolik grupta ortalama CAR değeri sırasıyla 94.553±9.36 ve 60.974±9.36 idi ve iki grup arasında anlamlı fark vardı (p=0.004). Erken prognoz açısından, iyi prognozlu hastaların (mRS= 0-2) ve kötü prognozlu (mRS= 3-6) hastaların ortalama CAR değerleri sırasıyla 60.72±8.86 ve 85.16±9.33 idi. CAR değerleri ile erken prognoz arasında güçlü bir istatistiksel ilişki vardı (p<0.001). Yaş ve cinsiyete göre istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yüksek CAR değerlerinin inme şiddeti, kötü erken prognoz ve aterotrombotik inme ile ilişkili olduğunu gösteren bulgular, bu değerlerin inmenin prognozu ve etyolojik alt tipleri için öngörücü bir belirteç olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir.
INTRODUCTION: Inflammation has a role in both the onset and progression of atherosclerosis. C-reactive protein (CRP) and albumin are indicators of inflammation and related to atherosclerosis and stroke. The ratio of CRP to albumin (CAR) is thought to have prognostic significance in systemic inflammation. However, the relationship between CAR and acute ischemic stroke (AIS) is yet to be clarified.
METHODS: Between January 2016 and January 2018, 477 patients who were hospitalized in the Neurology Department with a diagnosis of AIS and 189 control cases were examined. Stroke severity of patients who admitted in first 24 h were evaluated with the National Institute of Health Stroke Scale (NIHSS) score. The relationship between CAR and stroke severity, early prognosis, and etiologic subtypes was evaluated.
RESULTS: The mean age of patients was 69.54±12.8. While 52.2% of patients were male, 47.8% were female. The mean CAR values were 66.79±9.02 in the patient group and 36.19±3.56 in the control group. There was significant difference between the two groups (p<0.0001). With regard to NIHSS scores, there was significant difference between the mild (score <8), moderate (score 8–14), and severe (score >14) groups in terms of CAR values (60.7±8.5; 87.7±9.53; and 89.04±12.02) (p=0.0019). The mean CAR values in the atherothrombotic and cardioembolic groups were 94.553±9.36 and 60.974±9.36, respectively, and there was significant difference between the two groups (p=0.004). In terms of early prognosis, the mean CAR value of good prognosis (mRS: 0–2) and poor prognosis (mRS: 3–6) patients was 60.72±8.86 and 85.16±9.33, respectively. There was a strong statistical relationship between the CAR values and early prognosis (p<0.001). No statistically significant relationship was found according to either age or gender.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The strong relationship between high CAR values and stroke severity, bad early prognosis, and atherothrombotic stroke raises the question of whether or not the CAR value can be used as a predictive marker for the prognosis and etiologic subtype of stroke.

3.
Lomber Dar Kanallı Yaşlı Hastalarda Cerrahi Dekompresyonun Klinik ve Radyolojik Sonuçları
The Clinical and Radiological Outcomes of Surgical Decompression in Older Patients with Lumbar Spinal Stenosis
Şevki Gök, Merih İş, Alp Karaaslan, Recep Başaran, Neşe Keser, Mehmet Zafer Berkman
doi: 10.14744/bmj.2022.51423  Sayfalar 216 - 221
GİRİŞ ve AMAÇ: Lomber spinal stenoz (LSS), bel ağrısı veya bel ağrısı olmadan ortaya çıkabilen, bel omurgasındaki nöral ve vasküler elemanlar için mevcut alanın azalmasıyla ilişkili klinik bir kalça veya alt ekstremite ağrısı sendromudur. Bu çalışmanın amacı, dejeneratif LSS hastalarında lomber dekompresyonun klinik ve radyolojik sonuçlarını analiz etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroşirürji Kliniğinde dejeneratif LSS'li hastalar geriye dönük olarak incelendi. Radyolojik değerlendirmeler manyetik rezonans görüntülemeyle Extreme PACS sistemi (2010) ile ölçüldü. Klinik sonuçlar VAS ve JOA skorları ile değerlendirildi. Sonuçlar için Odom kriterleri kullanıldı.
BULGULAR: Altmış beş yaş üstü dejeneratif LSS'li 35 hastaya posterior dekompresyon ameliyatı uygulandı. Katılımcıların %40'ı (n=14) erkek, %60'ı (n=21) kadındı. Ortalama yaş 63,34±8,08 yıldı. Alan ölçümleri, modifiye edilmiş alan ölçümleri, sağ ve sol lateral girintinin AP çap ölçümleri, sağ ve sol lateral transvers AP çap ölçümleri, sağ ve sol nöral foramen AP çap ölçümleri ameliyat sonrasında belirgin artma gösterdi. VAS ve JOA skorlarının ameliyattan sonra azaldığı tespit edildi. Odom kriterlerine göre; 14 hastadan mükemmel, 12 hastadan iyi, 9 hastadan orta sonuç alındı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Cerrahi sonrası VAS ve JOA skorlarındaki iyileşme yönünde azalmalar belirgindir. Cerrahi sırasında foraminotomi ve lateral girintinin genişlemesi, 65 yaşın üzerindeki dejeneratif LSS hastalarının yaşam kalitesini artırmış ve postoperatif radyolojik belirteçleri iyileştirmiştir.
INTRODUCTION: Lumbar spinal stenosis (LSS) is “a clinical syndrome of the buttock or lower extremity pain, which may occur with or without back pain, associated with diminished space available for the neural and vascular elements in the lumbar spine.” This study aims to analyze the clinical and radiological outcomes of lumbar decompression in patients with degenerative LSS.
METHODS: The patients with degenerative LSS in the Department of Neurosurgery of Haydarpasa Numune Training and Research Hospital were included retrospectively. The radiological evaluations were measured with the extreme PACS system (2010) by magnetic resonance imaging. The clinical outcomes were evaluated with visual analog score (VAS) and Japanese orthopedic association (JOA) scores. Odom’s criteria were used for outcomes.
RESULTS: Thirty-five patients over 65 years old with degenerative LSS were underwent posterior decompression surgery. Of the participants, 40% (n=14) were male and 60% (n=21) were female. The mean age is 63.34±8.08. The area measurements, modified area measurements, AP diameter measurements of the right and left lateral recess, right and left lateral transverse AP diameter measurements, and AP diameter measurements of the right and left neural foramen were improved after surgery. VAS and JOA scores were good after surgery. Fourteen patients had an excellent result, 12 patients had a good result, and nine patients had a fair result according to Odom’s criteria.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Improvements in the VAS and JOA scores are prominent after surgery. Foraminotomy and expansion of the lateral recess during surgery increased the quality of life and improved post-operative radiologic parameters in over 65 years of age with degenerative LSS.

4.
Sağlık Çalışanlarında Uyku Bozukluğu ve Psikolojik Belirtilerin Yaygınlığı ve Aralarındaki İlişki: Çok Merkezli Kesitsel Çalışma
The Prevalence and Correlates of Sleep Disturbances and Psychological Symptoms in Healthcare Workers: A Multi-Center Cross-Sectional Study
Sacit İçten, Gülcan Koyuncu
doi: 10.14744/bmj.2022.53315  Sayfalar 222 - 233
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, sağlık çalışanlarında gündüz uykululuk, uyku kalitesi ve psikolojik belirtileri araştırmak ve aralarındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, tanımlayıcı kesitsel ve gözlemsel özelliktedir. İstanbul ilinde bulunan altı kamu sağlık kurumunda görev yapan gönüllü sağlık çalışanları çalışmaya dahil edildi. Sosyodemografik bilgileri sorgulayan kişisel bilgi formu, Epworth Uykululuk Ölçeği (EUÖ), Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi (PUKİ) ve psikolojik belirti durumunu belirleyen Kısa Semptom Envanteri (KSE) tüm katılımcılar tarafından dolduruldu.
BULGULAR: Yaş ortalaması 32,10 (±8,83) yıl olan %22,9 erkek toplam 1126 gönüllünün verileri analiz edildi. Sağlık çalışanlarında aşırı gündüz uykululuk hali, düşük uyku kalitesi ve psikopatolojik belirtiler normal popülasyona göre yüksek saptandı; sırasıyla %19,2, %52,0, %45,7 idi. Cinsiyet, meslek grubu, mesai türü ve nöbet sayısı değişkenlerine göre EUÖ ve PUKİ skorlarında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptandı. EUÖ ve PUKİ skorları ile psikopatolojik belirtiler arasında anlamlı ilişki gözlemlendi (p=0,000). Psikopatoloji belirtileri olanlarda mesai türüne göre gündüz uykululuk hali ve uyku kalitesi açısından fark görülmedi (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlık çalışanlarında ağır iş yükü ve iş stresi uyku problemlerine ve psikolojik belirtilere neden olmaktadır. Kaliteli ve verimli sağlık hizmetleri için sağlık çalışanlarının çalışma koşulları ve saatleri düzenlenmeli, stres yönetimi ve uyku hijyeni eğitimi verilmelidir.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigate daytime sleepiness, sleep quality, and psychological symptoms in healthcare workers and to examine the relationship between them.
METHODS: This survey study is descriptive and cross-sectional study. The population of the study consists of 1126 healthcare workers in six public health institutions in Istanbul. The study data were collected with a piece of personal information from questioning sociodemographic information, Epworth Sleepiness Scale (ESS), Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI), and the “Brief Symptom Inventory” that determine the psychological symptom status. The data were analyzed with SPSS 26 package program.
RESULTS: Data for 1126 participants who were 22.9% male and with a mean age of 32.10 (±8.83) years were analyzed. It was determined that there is a large mental health burden on healthcare workers. In general, excessive daytime sleepiness, reduced sleep quality, and psychopathological symptoms were significantly higher than the normal population. They were 19.2%, 52.0%, and 45.7%, respectively. A significant correlation was found between sleep disorders and psychopathological symptoms. It was observed that the ESS and PSQI scores varied according to gender, occupation, and shift status. The difference was statistically significant (p<0.05). There was no difference in daytime sleepiness and sleep quality according to the type of work in those with psychopathology symptoms (p: >0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The heavy workload and work stress cause sleep problems and psychological symptoms in healthcare workers. To quality and efficient healthcare, working conditions and hours of healthcare workers should be regulated, and training on stress management and sleep hygiene should be provided.

5.
Tiroid Fonksiyon Testleri ile COVID-19 Arasındaki İlişkinin Araştırılması: Geriye Dönük Bir Çalışma
Investigation of the Relationship Between Thyroid Function Tests and COVID-19: A Retrospective Study
Hakan Aydın, Halil Doğan
doi: 10.14744/bmj.2022.39358  Sayfalar 234 - 241
GİRİŞ ve AMAÇ: Dünya çapında bir pandemiye neden olan koronavirüs hastalığı (COVID-19), çeşitli organ ve sistemleri bozmaktadır. COVID-19'un tiroid ekseni üzerindeki etkileri belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmanın amacı, COVID-19 hastalarında tiroid fonksiyon testlerindeki değişiklikleri incelemek ve bu değişikliklerin prognozu öngörmedeki etkinliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışma, COVID-19 şüphesiyle acil servise başvuran 1891 yetişkin hastada yürütüldü. COVID-19 tanısı revers transkriptaz-polimeraz zincir reaksiyonu (rt-PCR) ile doğrulandı ve hastalar COVID-19 olan ve olmayan olarak iki gruba ayrıldı. COVID-19 hastaları klinik şiddet ve prognozlarına göre gruplara ayrıldı. Gruplar serbest triiyodotironin (FT3), serbest tiroksin (FT4) ve tirotropin (TSH) düzeyleri açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların %54.7'sinin COVID-19 olduğu laboratuvar testi ile doğrulandı. COVID-19 hastalarında hastaneye yatma oranı %56.7, yoğun bakım ünitesine kabul oranı %7,7 ve hastane içi ölüm oranı %5.4’tü. COVID-19 hastalarının çoğu (%60.1) ötiroiddi. COVID-19 olan hastalarda COVID-19 olmayan hastalara kıyasla hipertiroidi (aşikar %3.7-%1.3, p=0.001; ikincil %13.6-%4.6, p<0.001) ve tiroid dışı hastalık sendromu [non-Thyroid illness Syndrome (NTIS)] (%18.9-%3.0, p<0.001) görülmesi daha yaygındı. COVID-19'lu hastalarda, COVID-19 olmayanlara kıyasla daha düşük TSH ve FT3 düzeyleri ve daha yüksek FT4 düzeyleri vardı (p<0.001). Benzer şekilde COVID-19 hastaları arasında hayatta kalanlara kıyasla ölen hastalarda daha düşük TSH ve FT3 ve daha yüksek FT4 seviyeleri görüldü (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük TSH ve FT3 düzeyleri ile birlikte yüksek FT4 seviyeleri COVID-19'un akut fazında ortaya çıkan bir NTIS tipini temsil edebilir. Bu model, COVID-19 hastalarında kötü sonlanımın bir göstergesi gibi görünmektedir.
INTRODUCTION: The coronavirus disease 2019 (COVID-19), causing a worldwide pandemic, affects various organs and systems. The effects of COVID-19 on the thyroid axis remain uncertain. Our aim is to examine the changes in thyroid function tests in patients with COVID-19 and to evaluate the effectiveness of these changes in predicting the prognosis.
METHODS: This retrospective study was conducted in 1891 adult patients visited to the emergency department with suspected COVID-19. The diagnosis of COVID-19 was confirmed by reverse transcriptase-polymerase chain reaction (rt-PCR), and patients were divided into two groups as those with and without COVID-19. COVID-19 patients were divided into groups according to their clinical severity and prognosis. The groups were compared in terms of free triiodothyronine (FT3), free thyroxine (FT4), and thyrotropin (TSH) levels.
RESULTS: The rate of laboratory-confirmed COVID 19 patients was 54.7% in the patients included in the study. In COVID-19 patients, the hospitalization rate was 56.7%, the intensive care unit admission rate was 7.7%, and the in-hospital mortality rate was 5.4%. Most of the COVID-19 patients (60.1%) were euthyroid. Hyperthyroidism (overt 3.7%-1.3%, p=0.001; secondary 13.6–4.6%, p<0.001) and non-thyroid illness syndrome (NTIS) (18.9–3%, p<0.001) were more common in COVID-19 patients than in non-COVID19 patients. Patients with COVID-19 had lower TSH and FT3 levels and higher FT4 levels compared to those without COVID-19. Similarly, among COVID-19 patients, lower TSH and FT3 and higher FT4 levels were seen in deceased patients compared to survivors (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: High FT4 levels combined with low TSH and FT3 levels may represent a type of NTIS that occurs in the acute phase of COVID-19. This pattern appears to be predictor of poor outcome of patients with COVID-19.

6.
Omurga Deformiteli Hastalarda Torakal Seviyede Uygulanan Pedikül Çıkarma Osteotomisi Sonuçlarımız
The Evaluation of Effectiveness of Pedicle Subtraction Osteotomy on Thoracic Level in Spinal Deformity Patients
Emre Bal
doi: 10.14744/bmj.2022.82687  Sayfalar 242 - 247
GİRİŞ ve AMAÇ: Kemik dokusunda yapısal değişiklikler olan rijit omurga deformitelerinin cerrahi tedavisinde klasik enstrümantasyon yetersiz olabilir. Bu tür rijit deformiteleri düzeltmek için birçok farklı osteotomi türü tanımlanmıştır. Bu çalışmada, koronal ve/veya sagital düzlem spinal deformitesi olan hastalarda torasik düzeyde uygulanan pedikül çıkarma osteotomisinin (PSO) klinik ve radyolojik sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2013 yılları arasında spinal deformite nedeniyle PSO uygulanan 123 olgunun 61'i çalışmaya dahil edildi. Ameliyat öncesi ve sonrası ortoradyografi yapıldı; açılar (skolyoz, kifoz, lordoz açıları) ve global sagital denge ölçüldü. Operasyon süresi, kanama ve komplikasyonlar kaydedildi. Klinik sonuç için SF-36 skorlaması kullanıldı.
BULGULAR: Bu çalışma, 28’i skolyoz, 23’ü kifoz ve 10’u ankilozan spondilit olgusu olmak üzere 30 erkek ve 31 kadın hastadan oluşuyordu. Postoperatif ortalama Cobb açısı %62, sagital denge %42, kifoz açısı %38, torasik kifoz açısı %61 ve lordoz açısı %19,44 olarak düzeltildi (p<0,001). Radyolojik veriler değerlendirildiğinde PSO cerrahisi sonrası kifoz ve lordoz açılarında anlamlı düzelme gözlendi. SF-36'nın sekiz parametresi tüm hastalarda artış gösterirken, ağrı parametresinde en az değişiklik gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PSO cerrahi tekniği, lomber bölgede ve torasik düzeyde sagital denge bozukluğu olan spinal deformitesi olan hastalarda etkilidir.
INTRODUCTION: Classical instrumentation may be insufficient in the surgical treatment of rigid spinal deformities with structural changes in bone tissue. Many different types of osteotomy have been described to correct such rigid deformities. In this study, we aimed to evaluate the clinical and radiological results of pedicle subtraction osteotomy (PSO) applied at the thoracic level in patients with coronal and/or sagittal plane spinal deformity.
METHODS: 61 of the 123 cases, who underwent PSO for spinal deformity between 2010 and 2013, were included in the study. Pre- and post-operative ortho-radiography was performed; angles (scoliosis, kyphosis, and lordosis angles) and global sagittal balance were measured. Duration of operation, bleeding and complications were noted. SF-36 scoring was used for clinical outcome.
RESULTS: This study was consist of 30 male and 31 female patients including 28 scoliosis, 23 kyphosis and 10 ankylosing spondylitis cases. Post-operative mean Cobb angle was 62%, sagittal balance was 42%, kyphosis angle was 38%, thoracic kyphosis angle was 61%, and lordosis angle was 19.44% corrected (p<0.001). When radiological data were evaluated, significant improvement was observed in the angles of kyphosis and lordosis after PSO surgery. The eight parameters of SF-36 showed an increase in all patients, while the least change was observed in the pain parameter.
DISCUSSION AND CONCLUSION: PSO surgical technique is effective in patients with spinal deformity with sagittal balance disturbance at the lumbar region as well as thoracic level.

7.
Geriatrik Kalça Kırıklarında Tiroid Hastalıklarının Mortalite ve Klinik Sonuçlar Üzerine Etkisi
The Effect of Thyroid Disorders on Mortality and Clinical Outcomes in Geriatric Hip Fractures
Olgun Bingöl, Güzelali Özdemir, Burak Kulakoğlu, Taner Karlıdağ, Enver Kılıç, Fatih İnci
doi: 10.14744/bmj.2022.42204  Sayfalar 248 - 252
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, geriatrik kalça kırığı olan hastalarda tiroid fonksiyon bozukluklarının postoperatif mortalite ve klinik sonuçlara etkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2019-Ekim 2020 tarihleri arasında kalça kırığı ile başvuran 139 hasta dahil edildi. Hastalar tiroid fonksiyon testlerine göre sırasıyla ötiroid, hipotiroid ve hipertiroid olmak üzere üç gruba ayrıldı. Grup 1 ötiroid sınırları içinde 97 hastadan, grup 2 hipotiroidili 18 hastadan ve grup 3 hipertiroidili 24 hastadan oluşturuldu. Tiroid bozukluklarının 30 günlük ve bir yıllık mortalite üzerine etkisi değerlendirildi. Ayrıca gruplar arasında yoğun bakım ihtiyacı ve yoğun bakımda kalış süreleri incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastalarda 30 günlük mortalite oranı %6,5, bir yıllık mortalite oranı ise %23,7 olarak bulundu. Çalışmaya alınan 139 hastadan 44'ünün yoğun bakıma alınması gerekti. Hipotiroidili hasta grubunda 30 günlük ve bir yıllık mortalite oranları sırasıyla %16,6 ve %22,2 olarak tespit edildi. Hipotiroidi grubunun %55,6'sı diğer gruplardan anlamlı olarak daha yüksek oranda yoğun bakım ünitesinde tedavi gördü (p=0,045). Çalışmaya alınan hastaların ortalama kalış süreleri 7,14±4,61 gündü. Grup 2'de ortalama kalış süresinin grup 1 ve grup 3'e göre daha uzun olduğu gözlendi, ancak bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,330).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Preoperatif dönemde hipotiroidili geriatrik kalça kırıklarında, postoperatif dönemde yoğun bakım ihtiyacı ve yoğun bakımda kalış süresi uzamıştır. Bu nedenle hipotiroidili geriatrik kalça kırığı olan hastaların perioperatif dönemde yakın takip edilmesi önerilmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate the effect of thyroid dysfunctions on post-operative mortality and clinical outcomes in patients with geriatric hip fractures.
METHODS: In this retrospective study, 139 patients applied to the hospital with hip fractures between January 2019 and October 2020 were included in the study. The patients were divided according to thyroid function tests into three groups as euthyroid, hypothyroid, and hyperthyroid, respectively. Group 1 consisted of 97 patients within the euthyroid boundaries. Group 2 consisted of 18 patients with hypothyroidism and Group 3 consisted of 24 patients with hyperthyroidism. The effect of the thyroid disorders on 30-day and 1-year mortality was evaluated. Moreover, need for intensive care unit (ICU) and the length of stay (LOS) in ICU were examined between the groups.
RESULTS: The 30-day mortality rate in the patients included in the study was 6.5% and the 1-year mortality rate was found to be 23.7%. Forty-four of 139 patients included in the study needed for the ICU. The 30-day and 1-year mortality rates in the hypothyroid patient group were found to be 16.6% and 22.2%, respectively. About 55.6% of the hypothyroid group, significantly higher than the other groups, were treated in the ICU (p=0.045). The mean LOS of the patients included in the study was 7.14±4.61 days. The mean LOS in Group 2 was observed to be longer than in Groups 1 and 3; however, this difference was not statistically significant (p=0.330).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In geriatric hip fractures with hypothyroidism in the pre-operative period, the need for ICU and the LOS in ICU increased in the post-operative period. Therefore, it is recommended that geriatric hip fracture patients with hypothyroidism should be followed up closely in the perioperative period.

8.
Retinal Ven Tıkanıklığına Sekonder Gelişen ve İntravitreal Ranibizumab Enjeksiyonuna Dirençli Maküler Ödemin Tedavisinde İntravitreal Deksametazon İmplantının Etkinliği
Efficacy of Intravitreal Dexamethasone Implant in the Treatment of Macular Edema Secondary to Retinal Vein Occlusion and Resistant to Intravitreal Ranibizumab Injection
Ayşe Ergin, Banu Açıkalın, Sevda Aydın Kurna, Yelda Özkurt, Eda Asılyazıcı, Ayşe Sönmez, Murat Yamiç, Fatih Bilgehan Kaplan, Murat Garlı
doi: 10.14744/bmj.2022.93276  Sayfalar 253 - 261
GİRİŞ ve AMAÇ: Retinal ven tıkanıklığı (RVT) diyabetik retinopatiden sonra en sık görülen ikinci retinal vasküler hastalıktır. Retinal ven tıkanıklığına sekonder maküler ödem en sık görme kaybı sebebidir. Bu çalışmanın amacı, RVT sekonder gelişen ve en az üç aylık tekrarlayan intravitreal ranibizumab enjeksiyonuna (İVRE) dirençli maküler ödemin tedavisinde intravitreal deksametazon implantının (İVDİ) etkinliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık Bilimleri Üniversitesi İstanbul Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Hastalıkları Kliniği’ne Ocak 2016-Ocak 2018 tarihleri arasında RVT ile başvuran ve en az üç ay süreyle tekrarlayan İVRE’ye rağmen dirençli maküler ödemi nedeniyle İVDİ yapılan 42 hastanın 42 gözü çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların retrospektif olarak İVDİ’den sonraki birinci, ikinci, üçüncü ve altıncı aylardaki düzeltilmiş en iyi görme keskinliği, göz içi basıncı ve ortalama santral maküler kalınlıkları karşılaştırıldı.
BULGULAR: İVDİ öncesi düzeltilmiş en iyi görme keskinliği 0.83±0.48 “Logarythm of Minimum Angle of Resolution” (LogMAR) bulundu. İVDİ sonrası düzeltilmiş en iyi görme keskinliği birinci ayda 0.55±0.42 LogMAR, ikinci ayda 0.52±0.43 LogMAR, üçüncü ayda 0.62±0.47 LogMAR, altıncı ayda 0.75±0.54 LogMAR bulundu. İVDİ öncesinde ortalama santral maküler kalınlıkları 550±156.53 µm bulundu. İVDİ sonrası ortalama santral maküler kalınlıkları birinci ayda 427.53±165.52 µm, ikinci ayda 382.8±156.48 µm, üçüncü ayda 382.35±160.37 µm, altıncı ayda 435.83±176.57 µm ölçüldü. İVDİ sonrası birinci, ikinci ve üçüncü aylarda İVDİ öncesine göre düzeltilmiş en iyi görme keskinliğinde istatistiksel olarak anlamlı artış ve ortalama santral maküler kalınlıkların da istatistiksel olarak anlamlı azalma raporlandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: RVT’ye bağlı maküler ödem tedavisinde düzeltilmiş en iyi görme keskinliğinde artış ve santral maküler kalınlıkta azalma sağladığı ve bu kazancın devam edebilmesi için tekrarlayan enjeksiyonlara ihtiyaç duyulduğu görüldü. Tekrarlayan enjeksiyonlarla, enjeksiyonlar arası sürenin azalıp azalmayacağı ve gerek göz içi basınç artışı gerekse katarakt gelişiminin değişip değişmeyeceğinin ortaya konulması için uzun dönem sonuçlara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Retinal vein occlusion (RVO) is the second most frequent retinal vascular disease after diabetic retinopathy. Macular edema secondary to RVO is the most prevalent cause of visual loss. The aim of this study was to evaluate the efficacy of intravitreal dexamethasone implant (IVDI) in the treatment of macular edema secondary to RVO and refractory to at least three months of repeated intravitreal ranibizumab injection (IVRI).
METHODS: Forty-two eyes of 42 patients who were admitted with RVO to the Department of Ophthalmology, University of Health Sciences, Istanbul Fatih Sultan Mehmet Training and Research Hospital between January 2016 and January 2018 and underwent IVDI for refractory macular edema despite repeated IVRI for at least three months were included in the study. Best corrected visual acuity, intraocular pressure and mean central macular thickness were retrospectively compared at the first, second, third and sixth months after IVDI.
RESULTS: The best corrected visual acuity before IVDI was 0.83±0.48 “Logarithm of Minimum Angle of Resolution” (LogMAR). After IVDI, the best corrected visual acuity happened as 0.55±0.42 LogMAR at the first month, 0.52±0.43 LogMAR at the second month, 0.62±0.47 LogMAR at the third month and 0.75±0.54 LogMAR at the sixth month. Mean central macular thickness before IVDI was 550±156.53 µm. Mean central macular thickness after IVDI evaluated as 427.53±165.52 µm in the first month, 382.8±156.48 µm in the second month, 382.35±160.37 µm in the third month, and 435.83±176.57 µm in the sixth month. A statistically significant increase in best corrected visual acuity and a statistically significant decrease in mean central macular thickness were reported at the first, second and third months after IVDI compared to before IVDI.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was observed that IVDI provided an increase in best corrected visual acuity and a decrease in central macular thickness in the treatment of macular edema due to RVO and assessed that repeated injections are needed to maintain this gain. Long-term results are needed to determine whether the inter-injection interval will decrease with repeated injections and whether both intraocular pressure increase and cataract development will change.

9.
Pediyatrik Kalp Cerrahisinde Ultra-Fast-Track Ekstübasyon Deneyimlerimiz
Ultra-Fast-Track Extubation Experience in Pediatric Cardiac Surgery
Mustafa Şimşek, Şefika Türkan Kudsioğlu
doi: 10.14744/bmj.2022.58815  Sayfalar 262 - 265
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada, pediyatrik konjenital kalp cerrahisi sonrası erken ekstübasyonun etkinliği ve güvenirliği değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2014-2015 yılları arasında pediyatrik kalp cerrahisi uygulanan 32 hasta çalışmaya alındı. Hastaların tanıları: atriyal septal defekt (sekiz hasta), ventriküler septal defekt (yedi hasta), fontan prosedürü (dört hasta), kava pulmoner anastomoz (altı hasta), fallot tetralojisi (dört hasta), pulmoner arterden kaynaklanan anormal sol koroner arter (iki hasta) ve çift çıkışlı sağ ventrikül (bir hasta) şeklindeydi. Hastaların kardiyopulmoner baypas, kros klemp, ekstübasyon, reentübasyon ve yoğun bakımda kalış süreleri kaydedildi.
BULGULAR: Hastalar cerrahi sonrası ameliyathanede (ultra-fast-track ekstübasyon) ekstübe edildi. Bir hastada iki saat sonra yeniden entübasyon gerekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pediyatrik kalp cerrahisi hastaları için ultra-fast-track ekstübasyon yaklaşımlarında, dikkatli preoperatif değerlendirme, perioperatif yönetim, olguların özelliği ile birlikte hasta seçimi oldukça önemlidir. Çalışmamızda erken ekstübasyonun güvenli bir şekilde yapılabildiği görüldü.
INTRODUCTION: The efficacy and safety of early extubation after pediatric congenital heart surgery was evaluated.
METHODS: Thirty-two patients who underwent pediatric cardiac surgery between 2014 and 2015 were included in the study. Diagnosis of the patients: atrial septal defect (eight patients), ventricular septal defect (seven patients), Fontan procedure (four patients), cavapulmonary anastomosis (six patients), Fallot tetralogy (four patients), abnormal left coronary artery originating from pulmonary artery (two patients), and dual outlet right ventricle was one patient. The duration of cardiopulmonary bypass, cross clamp, extubation, reintubation, and intensive care unit stay of the patients was recorded.
RESULTS: The patients were extubated in the operating room (ultra-fast-track extubation) after surgery. One patient required reintubation after 2 h.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In ultra-fast-track extubation approaches for pediatric cardiac surgery patients, careful pre-operative evaluation, perioperative management, and patient selection together with the characteristics of the cases are very important. In our study, it was observed that early extubation could be performed safely.

10.
Nonbiliyer Akut Pankreatit Nedeniyle Takip Edilen Hastaların Etyoloji, Prognoz ve Mortalite Açısından Değerlendirilmesi
Assessment of Patients Monitored for Non-Biliary Acute Pancreatitis in Terms of Etiology, Prognosis, and Mortality
Zeynep Koç, Seydahmet Akın, Banu Boyuk, Özcan Keskin
doi: 10.14744/bmj.2022.13245  Sayfalar 266 - 271
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, iç hastalıkları kliniğinde takip edilen nonbiliyer akut pankreatit tanılı olguların etyolojik nedenlerinin, prognozlarının ve mortalite oranlarının incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ocak 2016-Haziran 2021 tarihleri arasında klinik takibi yapılan 73 hasta dahil edildi. Değerlendirmeye alınan hastaların yaş, cinsiyet, kronik hastalık varlığı, akut pankreatite bağlı gelişen lokal ve sistemik komplikasyonlar, yoğun bakıma gidiş, ölüm sıklığı ve klinik takip süresi incelendi.
BULGULAR: En sık etyolojik neden idiyopatik (%40) iken, bunu hiperlipidemi (%24) ve alkol (%6) izlemekte idi. İleri yaş (65 yaş ve üstü) Ranson skoru yüksek tespit edilen hastalarda daha anlamlı yüksek görüldü (p=0,001; p<0,01). Cinsiyet ve etyolojik neden ile prognoz arasında ilişki gösterilemedi (p>0,05). Ek hastalık varlığı ve yüksek Ranson skoru arasında anlamlı ilişki tespit edildi (p=0,045; p<0,05). Olguların %56’sında rekürren akut pankreatit yatışı gözlemlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İleri yaş ve ek hastalık varlığının akut pankreatit şiddetine anlamlı katkı yaptığı görülürken, etyolojik faktörlerin prognoz üzerine etkisi çalışmamızda gösterilememiştir. Olguların %56’sında rekürren akut pankreatit görülmüştür.
INTRODUCTION: We planned to investigate the etiologic causes, prognosis, and mortality rates for cases diagnosed with non-biliary acute pancreatitis (AP) monitored by the internal medicine clinic.
METHODS: The study included 73 patients monitored by the clinic from January 2016 to June 2021. Patients included in the assessment were investigated for age-sex, presence of chronic disease, local, and systemic complications developing linked to AP, admission to intensive care, incidence of mortality, and clinical follow-up duration.
RESULTS: The most frequent etiological cause was idiopathic (40%), followed by hyperlipidemia (24%) and alcohol (6%). Advanced age (65 years and older) was significantly high among patients with high Ranson score (p=0.001; p<0.01). There was no correlation between sex and etiologic cause with prognosis (p>0.05). There was a significant correlation between presence of comorbid disease and high Ranson score (p=0.045; p<0.05). Among cases, 56% were observed to have recurrent AP (RAP) admissions.
DISCUSSION AND CONCLUSION: While advanced age and presence of comorbid disease significantly contribute to the severity of AP, our study did not show an effect of etiologic factors on prognosis. RAP was observed in 56% of cases.

OLGU SUNUMU
11.
Konjenital Miyotoni: Becker Varyantı Olgu Sunumu
Myotonia Congenita: Case Report of Becker’s Variant
Okan Akşahin, Mehmet Güney Şenol
doi: 10.14744/bmj.2022.52244  Sayfalar 272 - 275
Miyotoni, kas hiperekstabilitesinin neden olduğu ve gecikmiş relaksasyon sonucunda ortaya çıkan bir bulgudur. Miyotoninin görüldüğü iki hastalık grubu, musküler distrofilerden miyotonik distrofi ve kas iyon kanalı hastalıklarından nondistrofik miyotonilerdir. Konjenital miyotoni; yaygın kas hipertrofisi, ilerleyici olmayan miyotoni, ani kas kasılması sonrası gevşemekte güçlük ile karakterize, iskelet kasının nadir görülen kalıtsal bir hastalığıdır. Burada 59 yaşında, son bir yıldır bacaklarda artan kas güçsüzlüğü, ağrı ve kas sertliği nedeniyle beyin cerrahisi kliniğine başvuran, lomber spinal stenoz (L2-3-4) teşhisi koyularak operasyon planlanan ve cerrahi öncesi tarafımıza yönlendirilen, yapılan klinik değerlendirme ve elektromiyografi sonucunda konjenital miyotoni tanısı alan bir olgu sunuldu. Konjenital miyotoni bazı hastalarda subklinik seyredebilir ve eşlik eden semptomatik spinal kord patolojisi varlığında tanınması güç olabilir. Tanı koyulduğunda perioperatif kompikasyonların önlenmesi açısından cerrahi öncesi anestezistlerin bilgilendirilmesi çok önemlidir.
Myotonia is a finding caused by muscle hyperexcitability and occurs as a result of delayed relaxation. The two disease groups in which myotonia is seen are myotonic dystrophy from muscular dystrophies and non-dystrophic myotonias from muscle ion channel diseases. Congenital myotonia is a rare inherited disease of skeletal muscle characterized by diffuse muscle hypertrophy, non-progressive myotonia, and difficulty in relaxation after sudden muscle contraction. In this article, we present a 59-year-old patient, who applied to the neurosurgery clinic due to increased muscle weakness, pain, and muscle stiffness in the legs for the past 1 year, was diagnosed with spinal stenosis and was referred to us before surgery and was diagnosed with myotonia congenita as a result of clinical evaluation and EMG. Congenital myotonia may have a subclinical course in some patients and may be difficult to diagnose in the presence of concomitant symptomatic spinal cord pathology. It is very important to inform anesthesiologists before surgery to prevent perioperative complications when the diagnosis is made.

12.
Drug Related Thyroid Myopathy: Hoffmann’s Syndrome Case Report
İlaç İlişkili Tiroid Miyopati: Hoffmann Sendromu Olgu Sunumu
Cansu Gülcihan Türkok, Okan Aksahin, Ceyda Dogan, Mehmet Güney Şenol, Mehmet Fatih Özdağ
doi: 10.14744/bmj.2022.09226  Sayfalar 276 - 278
Hipotiroidi, doku düzeyinde tiroid hormonu yetersizliği veya nadiren etkisizliği sonucu ortaya çıkan, metabolik yavaşlama ile giden bir hastalıktır. Hipotiroidi miyopatisi bu endokrin hastalığın seyri süresince gelişen bir kas hastalığıdır. Bu hastalık yaygın kas güçsüzlüğü, kas ağrıları ve kramplar ile karakterize olmaktadır. Bu olguda hipotiroidi miyopatisine bağlı gelişen Hoffmann sendromlu bir hastanın klinik, laboratuvar bulguları ve düzenlenen hormon replasman tedavisine verdiği iyi yanıt aktarılmaktadır. İki yıl önce Graves hastalığı tanısı alan 22 yaşında erkek hasta, 1,5 yıl önce tirotoksikoz nedeniyle bilateral tiroidektomi operasyonu geçirmiştir. Tarafımıza başvurusunda 150 mcg/gün L-tiroksin kullanmaktaydı. Hastanın öyküsünde iki ay önce vücut geliştirme amacıyla doktor tavsiyesi olmadan kendisine intramusküler hormon tedavisi uygulandığı öğrenildi. İki ay önceki metil-testosteron kullanımından üç hafta sonra başlayan ve bir aydır artarak devam etmekte olan yaygın kas krampları, güçsüzlük, kas ağrısı şikayetleri ile tarafımıza başvurdu. Laboratuvar bulgularında sT3, sT4 düzeyi düşük, tiroid stimülan hormon ve kreatinin kinaz düzeyi yüksek saptandı. Proksimal kaslarda belirgin hipertrofik görünümü olan hastaya Hoffmann sendromu tanısı koyularak levotiroksin tedavisi 250 mcg/gün olarak düzenlendi. Hastanın takipleri sırasında klinik ve laboratuvar bulgularında tam düzelme gözlenmiş olup takip ve tedavisi devam etmektedir.
Hypothyroid myopathy is a muscle disease with endocrine disease related abnormal hormone levels and Hoffman’s syndrome is a rare form of hypothyroid myopathy. The disease commonly involves muscle weakness, muscle pain, and cramps. In this case, we talked about the clinical and laboratory findings and his good response to hormone replacement therapy of a patient with Hoffmann syndrome who developed due to hypothyroidism myopathy. A 22-year-old male patient, diagnosed with graves 2 years ago, after that he had a bilateral thyroidectomy surgery 1.5 years ago, has been still using L-thyroxine 150 mcg/day. In the patient’s history, it was learned that intramuscular hormone therapy was administered to his 2 months ago for bodybuilding purposes without the doctor’s advice. When he applied to us, he was suffering from widespread muscle cramps, muscle pain, and weakness for 1 month. It is learned that he had methyltestosterone injection 2 months ago and after 3 weeks of injections, symptoms had been showed up. In laboratory findings, while sT3, sT4 levels were low, TSH and CK levels were high. On examinations, muscle hypertrophy was more specifically seen on proximal muscles. He is diagnosed with Hoffmann’s Syndrome and L thyroxine treatment has rearranged from 150 mcg/day to 250 mcg/day. During the follow-up of the patient, complete improvement was observed in the clinical and laboratory findings and the follow-up, and treatment continues.

DERLEME
13.
İskemik İnmede Nötrofiller, Lenfositler ve Trombositlerin Rolleri
The Role of Neutrophils, Lymphocytes, and Platelets in Ischemic Stroke
Hatice Ferhan Kömürcü
doi: 10.14744/bmj.2022.48030  Sayfalar 279 - 285
Akut iskemik inmede gelişen patolojik değişiklikler, inflamasyon ve immün olaylarla ilişkilidir. Serebral iskemi sürecinde trombositler, nötrofiller ve lenfositler, inflamatuvar ve immün olaylarda önemli bir role sahiptir. İnme sonrası steril inflamatuvar yanıtta kan hücrelerinin ve bağışıklığın etkilerine ilişkin belirsizlikler devam etmektedir. Akut inmede iskemik hasarın gelişmesinde kan hücreleri önemli bir rol oynar. Trombositler, damar duvarındaki yolu açmada dolaşımdan iskemik bölgeye nötrofillerin göçüne katkıda bulunur ve nötrofiller hasarlı bölgeye geçer. Ayrıca akut inmede, lenfositler hasara bazen pozitif bazen de negatif mekanizmalarla katılır. Bu hücrelerin dinamik değişiklikleri, inmenin nörolojik hasar derecesi ile ilişkili olabilir. İnmede kan hücrelerinin ve patofizyolojik mekaniz-maların araştırılması tedavi yaklaşımlarının belirlenmesine ve prognozun öngörülmesine katkı sağlayacaktır. Bu makale, akut inmede iskemik hasarın gelişimi ve prognozunda nötrofillerin, lenfositlerin ve trombositlerin rolüne ilişkin son çalışmaları gözden geçirmektedir.
Pathological changes developing in acute ischemic stroke are associated with inflammation and immune events. In the process of cerebral ischemia, platelets, neutrophils, and lymphocytes have an important role in inflammatory and immune events. Uncertainties about the effects of blood cells along with immunity in sterile inflammatory response after stroke persist. Blood cells play an important role in the development of ischemic damage in acute stroke. Platelets contribute to the migration of neutrophils from the circulation to the ischemic area to open the path in the vascular wall and enter into the damaged area. Besides, lymphocytes are involved in the damage, sometimes positive and sometimes negative mechanisms in acute stroke. Dynamic changes of these cells may be related to the prognosis, determining the degree of neurological damage of stroke. Investigation of the effects of blood cells as mediators and pathophysiological mechanisms in stroke will contribute to the determination of treatment approaches and prediction of prognosis. This article reviews recent studies on the role of neutrophils, lymphocytes, and platelets in the development and the prognosis of ischemic damage in acute stroke.

LookUs & Online Makale