ISSN 2149-0287
Bosphorus Medical Journal - Bosphorus Med J: 10 (1)
Volume: 10  Issue: 1 - 2023
FRONTMATTERS
1.Frontmatters

Pages I - VIII

ORIGINAL RESEARCH
2.The role of Clinical Observation Scales in Determining Mortality for Cerebrovascular Diseases
Işıl Kalyoncu Aslan
doi: 10.14744/bmj.2022.24855  Pages 1 - 5
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, nörolojik hastalarda kullanılan farklı klinik izlem ölçütlerinin mortaliteyi belirlemedeki değerini göstermektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz nöroloji kliniklerine dört yıl içinde iskemik serebrovasküler hastalık (SVH) tanısı ile yatışı yapılan 2.386 kişilik hasta grubunun bilgileri, inme veri tabanından tarandı. Hastaların yaşı, cinsiyeti ve gerçekleşen ölümler kaydedildi. serebrovasküler hastalık klinik tablosu; “Oxfordshire Community Stroke Project (OCSP)” sınıflaması, “National Institutes of Health (NIH)” inme skalası, Glasgow Koma Skoru (GKS), “Simplified Acute Physiology Score (SAPS)” ve modifiye Rankin skoru (mRs) ile değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 2.386 olgunun ortalama yaşı 65,7 yıl idi, yaş arttıkça ölüm oranının anlamlı olarak arttığı görüldü. Hastaların %51,7’si kadındı ve ölüm oranı ile cinsiyet arasında anlamlı ilişki yoktu. OCSP sınıflamasına göre en yüksek hasta sayısı parsiyel anteriyor sirkülasyon infarktı (%30,6) grubunda iken, en çok ölüm gerçekleşen grup total anteriyor sirkülasyon infarktı (%48,1) grubu idi. En yüksek ölüm oranı NIH inme skoru ≥ 23 olan grupta (%84,8) bulundu. Hastaların %10,8’i GKS değeri 3-6 olan gruptaydı ve ölüm oranları %87,9 ile en yüksekti. SAPS puanı ≥ 14 olan hastaların %82,8’inde ölüm gerçekleşti. Modifiye Rankin skoru ≥ 3 olan hastalarda ölüm oranı %21,9 olarak bulundu. Ki-kare testi ile yapılan karşılaştırmada, cinsiyet dışındaki tüm parametrelerin ölüm üzerine anlamlı etkisi vardı (p<0,0001). Lojistik regresyon analizi sonucunda ise mRs dışındaki tüm parametrelerin ölüm üzerine anlamlı etkisi olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma hem fonksiyonel sonuç ölçütlerini hem de inme terapötik etkililik çalışmalarında kullanılan ayrıntılı nörolojik defisit ölçütlerini gözden geçirmektedir. Nörolojik ölçütler, nörolojik fonksiyondaki küçük değişiklikleri saptayarak mortaliteyi öngörürken, fonksiyonel sonuç ölçütleri hastanın bağımsız fonksiyon yeteneği ile daha alakalı görünmektedir.
INTRODUCTION: Our objective is to point out the value of the different clinical observation scales in determining the mortality rates.
METHODS: The information of 2.386 patients who were admitted to the neurology clinics of our hospital with the diagnosis of ischemic cerebrovascular disease (CVD) within 4 years was scanned from stroke database. The age, gender, and deaths of the patients were recorded. CVD clinical picture; evaluated by OCSP, NIHSS, GCS, SAPS, and mRs.
RESULTS: The mean age of 2.386 cases included in the study was 65.7 years, and the death rate increased significantly as the age increased. There was no significant relationship between the death rate and gender (women 51.7%). According to the OCSP classification, the highest number of patients was in the PACI group (30.6%), while the group with the highest number of deaths was the TACI group (48.1%). The highest mortality rate was found in the group with NIHSS ≥23 (84.8%). In the group with GCS: 3–6 (10.8%), the mortality rate was the highest with 87.9%. Death occurred 82.8% of patients with a SAPS ≥14. Mortality rate was 21.9% in patients with a mRs ≥3. In comparison with the Chi-square test, all parameters except gender had a significant effect on death. (p<0.0001) As a result of logistic regression analysis, all parameters except mRs had a significant effect on death.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This article reviews both functional outcome measures and detailed neurological deficit measures used in stroke therapeutic efficacy study. While neurological measures predict mortality by detecting minor changes in neurological function, functional outcome measures seem to be more relevant to the patient’s ability to function independently.

3.Is Long Proximal Femoral Nail Antirotation Superior to Proximal Femoral Locking Compression Plate in Reverse Oblique Intertrochanteric Fractures?
Mehmet Ali Talmaç, Ali Şeker, Ahmet Onur Akpolat, Bekir Eray Kılınç
doi: 10.14744/bmj.2022.38358  Pages 6 - 12
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, AO kırık sınıflaması 31A3 olarak sınıflandırılan ters oblik intertrokanterik femur kırıkların fiksasyonunda uzun proksimal femoral çivi (LPFNA) ve proksimal femoral kilitli kompresyon plağı (PFLCP) ile tedavi edilen hastaların klinik ve radyolojik sonuçlarını karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 62 hasta dahil edildi. Otuz beş hastada (n grubu) LPFNA, 27 hastada (p grubu) PFLCP ile fiksasyon yapıldı. Tüm hastaların preoperatif, perioperatif ve postoperatif verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm değişkenler gruplar arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ortalama yaş 61,7 yıl (dağılım; 29-92 yıl) idi. Ortalama tahmini toplam kan kaybı, ortalama operasyon ve floroskopi süreleri, kan transfüzyonu yapılan hasta oranı ve anatomik redüksiyon kalitesi sayısı p grubunda n grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Boyun-şaft ve femoral anteversiyon açılarının ortalama değişimi, n grubunda p grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Perioperatif verilerde LPFNA daha üstün olmasına rağmen, PFLCP redüksiyon sağlama ve kalıcılık açısından daha üstündü. Fonksiyonel skorlarda, her iki implant da benzer ve tatmin edici sonuçlara sahipti. Sonuçlarımıza göre, ters oblik trokanterik kırıkların tespiti için PFLCP iyi bir seçenek olabilir.
INTRODUCTION: The aim of the study was to compare the clinical and radiological results of long proximal femoral nail antirotation (LPFNA) with proximal femoral locking compression plate (PFLCP) in fixation of reverse oblique intertrochanteric fractures that are classified as 31A3.
METHODS: Sixty-two patients were included in the study. Fixations were performed with LPFNA in 35 patients (n group) and PFLCP in 27 patients (p group). We retrospectively reviewed all patients’ pre-operative, perioperative, and post-operative data. All variables were compared between the groups.
RESULTS: The mean age was 61.7 (range; 29–92) years. The mean estimated total blood loss, the mean operation and fluoroscopy times, the patient receiving the blood transfusion ratio, and the number of anatomical quality of reduction were statistically significantly higher in the p group than of the n group. The mean change of neck-shaft and femoral anteversion angles was statistically significantly higher in the N group than of the p group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the LPFNA was superior in the perioperative data, the PFLCP was superior in providing and persistent of the reduction. In functional scores, both implants had similar and satisfactory outcomes. According to our results, PFLCP could be a good option for fixation of reverse oblique trochanteric fractures.

4.The Effects of Inhaled Corticosteroids on Bone Mineral Density, Bone Formation/Resorption Markers, and Quality of Life in Premenopausal Asthmatic Women
Arzu Atıcı, Lale Cerrahoğlu, Pınar Çelik, Bekir Sami Uyanık
doi: 10.14744/bmj.2022.33254  Pages 13 - 18
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, astımlı hastalarda inhale kortikosteroidlerin kemik mineral yoğunluğu (KMY), kemik yapım ve yıkım belirteçleri ile yaşam kalitesi üzerine etkisinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışmaya astım tanısı almış, en az üç aydır düzenli inhale kortikosteroid kullanan premenopozal dönemdeki kadın hastalar dahil edildi. Kontrol grubu olarak astımı olmayan ve daha önce kortikosteroid kullanmamış premenopozal dönemdeki kadın bireyler çalışmaya alındı. Kemik yapım ve yıkım belirteçleri olarak serum kemiğe spesifik alkalen fosfataz (BAP), osteokalsin ve beta crosslaps düzeyleri incelendi. Lomber vertebra L2-L4 anterior, sol femur boynu ve kalça toplam KMY, T ve Z skorları ölçüldü. Hastaların yaşam kalitesini değerlendirmek için Kısa Form 36 (SF-36) yaşam kalitesi ölçeği kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 22 astımlı hasta, kontrol grubu olarak da astımı olmayan 22 birey dahil edildi. Her iki grup arasında L2-L4 anterior, femur boynu ve kalça toplam KMY, T ve Z skorları arasında ve serum osteokalsin, beta crosslaps ve BAP seviyelerinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Astımlı hastaların hastalık yılı, inhale kortikosteroid kullanım süresi ve kümülatif inhale kortikosteroid dozuyla KMY arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı (p>0,05). Astımlı hastalarda kontrol grubuna göre SF-36 yaşam kalitesi ölçeği ağrı puanı istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulundu (p<0,05). SF-36 yaşam kalitesi ölçeğinin diğer alt ölçek-lerinde ise anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada, inhale kortikosteroidlerin KMY ile kemik yapım ve yıkım belirteçleri üzerine etkisi saptanmadı. Astımlı hastalarla kontrol grubu arasında SF-36 yaşam kalitesi ölçeğinde ağrı dışındaki parametrelerde farklılık tespit edilmemesi de astımlı hastalarda inhale kortikosteroidlerin yaşam kalitesi üzerine olumlu etkisi olabileceğini düşündürmektedir.
INTRODUCTION: We aimed to investigate the effects of inhaled corticosteroids (CS) on bone mineral density (BMD), bone formation-resorption markers, and quality of life in premenopausal asthmatic women.
METHODS: Premenopausal women diagnosed with asthma and using regular inhaled CS for at least 3 months were included in our cross-sectional study. As the control group, premenopausal women without a diagnosis of asthma and who had not used steroid before were included in the study. Serum bone-specific alkaline phosphatase (BAP), osteocalcin, and β crosslapse levels were evaluated as bone formation-resorption markers. BMD, T and Z scores of lumbar vertebra L2-L4 anterior, left femoral neck, and total hip were measured. The Short Form 36 (SF-36) quality of life scale was used to assess the quality of life.
RESULTS: Twenty-two asthmatic patients and 22 non-asthmatic individuals as a control group were included in the study. There was no statistically significant difference between L2-L4 anterior, femoral neck and total hip BMD, T and Z scores, and serum osteocalcin, β crosslaps, and BAP levels between both groups (p>0.05). No statistically significant correlation was found between the duration of inhaled CS use, cumulative inhaled CS dose, and BMD in asthmatic patients (p>0.05). SF-36 quality of life scale pain score was found to be statistically significantly higher in patients with asthma compared to the control group (p<0.05). No significant difference was found in the other subscales of the SF-36 quality of life scale (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we did not find the effect of inhaled CS on BMD and bone formation and resorption markers. We did not find any difference between the asthmatic patients and the control group in the sub-parameters of the SF-36 quality of life scale, except for pain. This suggests that inhaled CS may have a positive effect on quality of life in patients with asthma.

5.The Role of Progesterone in the Regulation of miR-30a and miR-143 in Rat Models of Subarachnoid Hemorrhage: A Study of Dose-Related Effects
Ahmed Yasin Yavuz, Buse Çağla Ari, Suat Erol Çelik
doi: 10.14744/bmj.2022.87049  Pages 19 - 25
GİRİŞ ve AMAÇ: Subaraknoid kanama (SAK) sonrası erken dönemde beyin hasarı önemli bir mortalite nedenidir ancak hücre proliferasyonu, apopitoz, inflamatuvar kaskadların önlenmesinde rol oynar. Bu çalışmada, SAK sonrası miR-30a ve miR-143 ekspresyonu üzerine progesteronun etkisinin belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma, 40 Sprague-Dawley sıçanı üzerinde gerçekleştirildi. Dört gruba ayrıldılar: SAK’lı Grup 1 (n=10); Grup 2, SAK+8 mg progesteron (n=10); Grup 3, SAK+10 mg progesteron (n=10); ve Grup 4, kontroller (n=10). Deneysel SAK, sarnıç enjeksiyon modeli ile oluşturuldu. RNA'lar beyin dokularından izole edildi ve miRNA ekspresyon seviyeleri Quantitative real-time polimeraz zincir reaksiyonu ile belirlendi.
BULGULAR: SAK'lı erkek sıçanların miR-30a ve miR-143 ekspresyonlarında 176 kat ve 126 kat azalma oldu (p<0,05). 8 mg ve 16 mg progesteron uygulanan erkek sıçanlarda miR-30a ekspresyonlarında 39 kat ve 2,4 kat azalma tespit edildi (p<0,05). Ekspresyon düzeylerinde kadınlarda miR-30a ve miR-143'te 2,3 kat azalma ve 15 kat artış vardı (p<0,05). 8 mg ve 16 mg progesteron verilen dişi sıçanlarda miR-30a ekspresyonlarında 1,25 kat artış ve 4,5 kat azalma bulundu (p<0,05); ancak 8 mg ve 16 mg progesteron ile kadınlarda miR-143 ekspresyonlarında 1.400 kat ve 400 kat artışlar (p<0,05) bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: SAK'lı erkeklerde miR-30a ve miR-143 ekspresyonlarındaki azalma, progesteron dozlarının artmasıyla normal sınırlara yaklaşmıştır. Progesteronun miR-30a ve miR-143 ekspresyonlarındaki bu doza bağımlı etkisinin moleküler temelinin ileri çalışmalarda araştırılması gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Brain damage in the early-period after subarachnoid hemorrhage (SAH) is a significant cause of mortality; however, cell proliferation, apoptosis, and inflammatory cascades play roles in preventing. This study aimed to determine the effect of progesterone on miR-30a and miR-143 expressions after SAH.
METHODS: The research was conducted on 40 Sprague-Dawley rats. They were assigned to four groups: Group 1 with SAH (n=10); Group 2, SAH+8mg progesterone (n=10); Group 3, SAH+10mg progesterone (n=10); and Group 4, the controls (n=10). Experimental SAH was created by cisternal injection model. RNAs were isolated from brain tissues and miRNA expression levels were determined by Quantitative Real-Time PCR.
RESULTS: There was a 176-fold and 126-fold decrease in miR-30a and miR-143 expressions of male rats with SAH (p<0.05). In the male rats administered with 8 mg and 16 mg progesterone, 39-fold and 2.4-fold decreases were found in miR-30a expressions (p<0.05). In the expression levels, there were a 2.3-fold decrease and a 15-fold increase in miR-30a and miR-143 in females (p<0.05). In the female rats administered with 8 mg and 16 mg progesterone, a 1.25-fold increase and 4.5-fold decrease were found in miR-30a expressions (p<0.05); however, 1400-fold and 400-fold increases were found in miR-143 expressions (p<0.05) on the females with 8 mg and 16 mg progesterone.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The decrease in miR-30a and miR-143 expressions in the males with SAH approached the normal limits by increasing doses of progesterone. We think that the molecular basis of this dose-dependent effect of progesterone in miR-30a and miR-143 expressions should be investigated in further studies.

6.Vitreoretinal Surgery Procedures and Results in a Tertiary Eye Hospital During the COVID-19 Pandemic and National Quarantine Period
Şehnaz Özçalışkan, Seren Pehlivanoğlu, Merve Özbek, Cengiz Alagöz, Gürkan Erdoğan, Özgür Artunay
doi: 10.14744/bmj.2022.00821  Pages 26 - 31
GİRİŞ ve AMAÇ: Küresel koronavirüs hastalığı (COVID-19) salgını, oftalmoloji dahil tüm tıbbi alanlarda acil ve elektif tedavi yaklaşımlarının önemli ölçüde değişmesine sebep oldu. Çalışmamızın amacı, pandemi ve karantina sürecinde yapılan vitreoretinal cerrahi (VRC) işlemlerin dağılımını, anatomik ve görsel sonuçlarını bildirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, COVID-19 pandemi ve karantina dönemi olan 11 Mart 2020 ile 31 Mayıs 2020 tarihleri arasında üçüncü basamak bir göz hastanesinde çeşitli retina hastalıklarının tedavisinde uygulanan VRC işlemler retrospektif olarak incelendi. Uygulamaların endikasyonları, anatomik ve görsel sonuçları ile cerrahi komplikasyonlar gözden geçirildi.
BULGULAR: Bu dönemde VRC işlem uygulanan 335 hastanın 197’si (%59) erkek, 138’i (%41) kadındı. Olgulara en sık reg-matojen retina dekolmanı (%48.6) nedeniyle VRC işlemi yapılmakla beraber bunu diyabetik traksiyonel retina dekolmanı (%14.0), komplike vitreus hemorajisi (%11), silikon yağı ilişkili komplikasyonlar nedeniyle silikon yağı boşaltılması (%10), endoftalmi (%7.5), travmaya ikincil vitreoretinal patolojiler (%5.8), nükleus drop (%2.1) ve intraoküler lens drop (%1.5) takip etmekteydi. Olguların preoperatif en iyi düzeltilmiş görme keskinlikleri Snellen eşeline göre, 0.021±0.167 logMAR düzeyinden 0.258±0.213 logMAR düzeyine yükseldi (p=0.042). Kılavuzlara uygun hale getirilen havalandırma ve ameliyathane koşullarında VRC işlem uygulanan hastaların 255’ine (%76.1) lokal, 80’ine (%23.9) genel anestezi uygulandı. Hastaların %95’i (n=318) anatomik olarak başarılı idi ve retina yatışık izleniyordu. Hastalarda ameliyat sonrası en sık görülen komplikasyon göz içi basıncı değişikliği olarak saptandı. Regmatojen (yırtıklı) retina dekolmanı nedeniyle girişimsel tedavi uygulanan olguların %9,8’inde ameliyat sonrasında göz içi basıncı yüksekliği saptandı. Silikon yağı çıkarılması ameliyatı yapılan olguların %9,3’ünde ise hipotoni tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19 döneminde uygulanan VRC işlemlerin görsel ve anatomik başarısı ve komplikasyon oranları pandemi öncesi döneme paralellik göstermektedir. Uygun korunma, havalandırma ve ameliyathane koşulları sağlandığı takdirde sağlık çalışanları ve hastalar için bulaş riski asgari düzeye indirilip gerekli hallerde VRC işlem uygu-lamaları yapılabilir.
INTRODUCTION: The global COVID-19 pandemic has led to significant changes in emergent and elective treatment approaches in medical field, including ophthalmology. The aim of our study is to evaluate the indications, anatomical, and visual results of vitreoretinal surgery (VR) procedures performed during the pandemic and quarantine period.
METHODS: VR procedures applied in the treatment of various retinal diseases in a tertiary eye hospital between March 11th and May 31st, 2020, during the COVID-19 pandemic and quarantine period were retrospectively reviewed. Indications of the applications, anatomical and visual results, and surgical complications were evaluated.
RESULTS: In this period, 197 (59%) of 335 patients who underwent VR procedure were male, 138 (41%) were female. VR procedure was performed frequently in rhegmatogenous retinal detachment (48.6%) cases, followed by diabetic tractional retinal detachment (14.0%), complicated vitreous hemorrhage (11%), silicone oil extraction due to silicon-related complications (10%), endophthalmitis (7.5%), vitreoretinal pathologies secondary to trauma (5.8%), nucleus drop (2.1%), and intraocular lens drop (1.5%) cases. The pre-operative mean best corrected visual acuity of cases increased from 0.021±0.167 to 0.258±0.213 (p=0.042) logMAR. Local anesthesia was applied to 255 (76.1%) and general anesthesia to 80 (23.9%) of the patients who underwent VR in guideline adhered operating rooms. About 95% (n=318) of the patients were anatomically successful and the retina was reattached. Intraocular pressure fluctuations were the most common complication in patients. Elevated intraocular pressure was observed in 9.8% of the patients who underwent treatment for RRD, and hypotonia was found in 9.3% of the patients who underwent silicone oil extraction.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The visual and anatomical success and complication rates of VR procedures during the COVID-19 period are similar to pre-pandemic period. If appropriate protection, ventilation, and operating room conditions are provided, the risk of contamination for healthcare workers and patients can be minimized and VR interventions may be safely applied.

7.Side Effects of Clozapine Treatment in Patients with Schizophrenia and Schizoaffective Disorder and Their Role in the Discontinuation of Treatment
Rümeysa Taşdelen, Hatice Kaya, Alp Üçok
doi: 10.14744/bmj.2022.59254  Pages 32 - 39
GİRİŞ ve AMAÇ: Klozapin özellikle tedaviye dirençli şizofreni ve şizoafektif bozukluk tedavisinde kullanılan bir antipsikotik olup, yan etkileri nedeniyle kullanımı kısıtlanmaktadır. Çalışmamızda, klozapin kullanan hastaların bildirdikleri yan etkilerin ve bu yan etkilerin tedavinin kesilmesindeki rolünün araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda, hastanemizin psikiyatri polikliniklerinde şizofreni ve şizoafektif bozukluk tanılarıyla izlenen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Geçmişte veya halen klozapin kullanmakta olan 246 hastanın bildirdiği yan etkiler ve eğer klozapin kesilmişse kesilme nedenleri ile hastaların sosyodemografik özellikleri, klinik özellikleri, bildirilen yan etkiler ve tedaviyi bırakma nedenleri kaydedildi.
BULGULAR: Klozapin kullanılan hastalarda en sık bildirilen yan etkiler; sedasyon (%35,6), hipersalivasyon (%27,9), kilo artışı (%19), inkontinans (%8,1), obsesif kompulsif belirtiler (%6,5), nöbet-miyokloni (%4,9), ortostatik hipotansiyon (%4,5), lökopeni (%3,6), cinsel yan etkiler (%1,2) ve konstipasyondu (%0,8). Hastaların %26,6’sının klozapin tedavisinin kesildiği tespit edildi. Tedavinin kesilme nedenlerinin; %35,4’ünde düzensiz kullanım, %13,8’inde etki/yan etki oranının yetersiz olması, %12,3’ünde etkisizlik, %9,2’sinde lökopeni, %7,7’sinde nöbet, %3,1’inde kilo alımı, %6,2’sinde inkontinans, %6,2’sinde sedasyon, %3,1’inde obsesif kompulsif belirtiler, %1,5’inde hipersalivasyon ve %1,5’inde ortostatik hipotansiyon olduğu belirlendi. Klozapin tedavisinin kesilme sebepleri araştırıldığında; intihar girişimi sayısı fazla olan hastalarda düzensiz kullanım ve yeterli etkinin sağlanamaması nedeniyle ilaç kesiminin anlamlı olarak yüksek olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Klozapin tedavisi, hastaların yaklaşık dörtte birinde yan etkiler, düzensiz kullanım veya ilacın belirgin bir yararının görülmemesi nedeniyle sonlandırılmaktadır. Baştan beri olumsuz gidiş gösteren hastalarda klozapinin yanıtsızlık nedeniyle kesilmesi daha sıktır. Hekimlerin yan etkilerle etkin ve erken mücadele etmek konusunda farkındalığının artması, klozapin tedavisinin kullanılma oranlarının artmasına katkı sağlayacaktır.
INTRODUCTION: Clozapine is an effective atypical antipsychotic that has been successfully used in the treatment of schizophrenia and schizoaffective disorder, but its utilization is restricted due to the side effects. We aimed to investigate the side effects reported by patients using clozapine and their role in the cessation of the treatment.
METHODS: In our study, the follow-up charts and admission files of patients with schizophrenia and schizoaffective disorder who were followed up regularly at outpatient clinics were reviewed retrospectively. 246 patients who had received or are currently taking clozapine were identified. The sociodemographic and clinical features of the patients, reported side effects, and the reasons for discontinuation were recorded.
RESULTS: The most frequently side effects reported by the patients were sedation (35.6%), hypersalivation (27.9%), weight gain (19%), incontinence (8.1%), obsessive–compulsive symptoms (6.5%), seizure-myoclonus (4.9%), orthostatic hypotension (4.5%), leukopenia (3.6%), sexual side effects (1.2%), and constipation (0.8%). Clozapine treatment was terminated in 26.6% of the patients due to non-adherence to medication (35.4%), inadequate effect/side effect ratio (13.8%), ineffectiveness (12.3%) leukopenia (9.2%), seizures (7.7%), incontinence (6.2%), sedation (6.2%), obsessive–compulsive symptoms (3.1%), weight gain (3.1%), hypersalivation (1.5%), and orthostatic hypotension (1.5%). When the reasons for discontinuation were analyzed, it was determined that failure to provide sufficient effect and irregular use were significantly higher in patients who have a history of more suicide attempts.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Side effects of clozapine treatment are common. Approximately one-quarter of patients receiving clozapine discontinued the treatment due to intolerance of side effects, non-adherence to treatment, or failure to provide sufficient effect. In patients with a worse course since the onset of the disease, treatment discontinuation due to insufficient efficacy and irregular use was higher.

8.The Relationship Between Homeostatic Model Assessment Insulin Resistance (HOMA-IR) Values and Pilonidal Sinus Disease in Female Adolescents: A Retrospective Study
Birsen Harma
doi: 10.14744/bmj.2023.28247  Pages 40 - 44
GİRİŞ ve AMAÇ: Pilonidal sinüs büyük sıklıkla sakrokoksigeal bölgede görülen cilt altı inflamatuar bir hastalıktır ve erkeklerde daha sık görülür. Kadınlarda daha erken görülmesinin nedeni, ergenliğin erken başlaması ve bu dönemde seks hormonlarının aktivasyonudur. Bildiğimiz kadarıyla insulin direnci seviyesi ve pilonidal sinüs hastalığı (PSH) arasındaki ilişki hakkında çok sınırlı araştırma bulunmaktadır. Bu çalışma adolesan kız çocuklarda pilonidal sinüs hastalığı (PSH) gelişiminde insülin direncinin rolünü belirlemek için yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışma PSH nedeniyle ameliyat edilen 30 adölesan kızdan oluşan bir hasta grubunu ve hastane kayıtlarından aynı sayıda oluşturulan bir kontrol grubunu içermektedir. Serbest T3, T4, TSH, insülin ve açlık kan şekeri düzeyleri hastane veri tabanından kaydedildi. İnsülin direncini tanımlamak için insülin direncinin homeostaz modeli değerlendirmesi (HOMA-IR) indeksleri hesaplandı. HOMA-IR skoru ≥2.86 olan ergen çocuklarda insülin direncinin varlığı kabul edildi.
BULGULAR: Hastaların ortanca yaşı 15,83±1,86 yıl olarak bulundu ve bunların 25’inde (%83.3) insülin direnci saptandı. Tiroid fonksiyon testleri (serbest T3, serbest T4 ve TSH) hasta ve kontrol grupları arasında önemli farklılık göstermedi (p>0,05). PSH ile yüksek insülin (ortanca±SS 19.46±7.28; p<0.05) ve HOMA-IR skoru (ortanca±SS 4.59±1.87; p <0.05 ) arasında güçlü bir korelasyon bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: HOMA-IR skorları ile insülin düzeylerinin korelasyon analizine göre, yüksek HOMA-IR skoru ile yüksek insülin seviyesinin hormonal yollarla aşırı tüy büyümesine neden olabileceği sonucuna varılmıştır. Bu nedenle hiperinsülinemi, kız ergenlerde PSD gelişimi için bir risk faktörüdür.
INTRODUCTION: Pilonidal sinus is a subcutaneous inflammatory disease most commonly seen in the sacrococcygeal region and is more common in boys. It is seen earlier in women because of the earlier onset of puberty and activation of sex hormones during this period. To the best of our knowledge there is a very limited research regarding the interrelation of insulin resistance levels and plonidal sinus disease (PSD). This study aims to determine the role of insulin resistance on the development of pilonidal sinus disease in female adolescents.
METHODS: This retrospective study includes a patient group of 30 adolescent girls who were operated for PSD and a control group created from the hospital records with the same number. Free T3, T4, TSH, insulin and fasting blood sugar levels were recorded from the hospital data-base. Homeostasis model assessment of insulin resistance (HOMA-IR) score was calculated to describe the insulin resistance. Insulin resistance was defined when HOMA-IR score ≥ 2.86 in adolescents.
RESULTS: The median age of the patients was 15.83±1.86 years and twenty-five of them (%83.3) were accepted to be insulin resistant. According to our findings the levels of thyroid function tests (free T3, free T4, and TSH) did not vary substantially between patient and control groups (p>0.05). A strong correlation was found between PSD and high insulin (mean±SD 19.46±7.28; p<0.05) and HOMA-IR score (mean±SD 4.59±1.87; p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the correlation analysis of HOMA-IR scores and insulin levels it is concluded that high insulin level with elevated HOMA-IR score may cause excessive hair growth by means of hormonal pathways. Therefore hyperinsulinemia is a risk factor for the development of PSD in female adolescents.

CASE REPORT
9.Repeated Intravenous Thrombolytic Treatment Experience with Tissue Plasminogen Activator in Patients with Acute Ischemic Stroke: Case series
Kadriye Güleda Keskin, Çisil İrem Özgenç Biçer, Işıl Kalyoncu Aslan, Pelin Doğan, Irmak Salt, Eren Gozke
doi: 10.14744/bmj.2022.58070  Pages 45 - 50
İskemik inme konusunda tedavi yöntemleri son yıllarda değişime uğramakta ve bu yöntemler hastaların prognoz ve sağkalımı üzerinde olumlu etki göstermektedir. Rekombinant doku plazminojen aktivatörü alteplazın (r-tPA) kullanıldığı intravenöz trombolitik tedavi bu yaklaşımlardan biridir. Semptom başlangıcından itibaren ilk 4,5 saatte uygulandığında hastaların fonksiyonel sonuçlarının iyileşmesinde etkili olduğu kanıtlanmıştır. Fakat hekimler bazı durumlarda gelişebilecek komplikasyonlar nedeniyle tereddütte kalabilmektedir. Tekrarlayan inme hastalarında bu komplikasyonların gelişme olasılığının yüksek olma düşüncesi, intravenöz r-tPA uygulaması konusunda şüphede bırakmaktadır. Bu yazının amacı, tekrarlayan iskemik inmelerde uygulanan intravenöz trombolitik tedavinin etkinliği ve güvenirliliğine dair literatüre katkı sağlamaktır. Çalışmada, Eylül 2017-Eylül 2020 tarihleri arasında yedi tane birden fazla r-tPA tedavisi uygulanan hasta sunuldu. Hastaların yaş, cinsiyet, inme risk faktörleri, başvuru/final “National Institutes of Health (NIH)” inme skorları ve hemorajik transformasyon oranları değerlendirildi. Trombolitik tedaviler arasında ortalama süre 244,7 gün (en az 58 gün, en fazla 1 yıl 9 ay 10 gün); başvurudaki ortalama NIH inme skoru ilk r-tPA öncesi 7,57, ikincisi öncesi 8,26 idi. Taburculuktaki ortalama NIH inme skoru ilk tPA sonrası 1,57, ikincisi sonrası 2,8 idi. Beş hastada inme etiyolojisinde kardiyoembolik olay saptandı. İki hastamızda klinik kötüleşme izlendi. Semptomatik hemorajik transformasyon oranımız literatüre benzerdi, bir hastada görüldü. Kanama oranları, antikoagülan başlanan hastalarda hesaplanan HAS-BLED ile doğru orantılıydı. Hastalarımızda komplikasyon oranları literatüre benzer görüldü ve ilk üç ayda tekrarlayan trombolitik tedavilerin prognozları iyiydi.
Ischemic stroke treatment has been changing in recent years and these procedures have positive effects on patients’ prognosis, morbidity, and mortality. Intravenous Treatment with Recombinant Tissue-Type Plasminogen Activator (iv r-tPA) is one of the most efficient approaches in ischemic stroke patients. When administered in the first 4.5 h from symptom onset, it has been proven to be effective in functional improvement. However, physicians may feel hesitant about administering these treatments regarding the possible complications,especially the patients with recurrent stroke. The aim of this article is to contribute to the literature on the efficacy and safety of recur-rent iv r-tPA therapy in patients with recurrent stroke. We present seven patients who underwent thrombolytic treatment more than one time between September 2017 and September 2020 and recorded the patients’ gender, risk factors, age, initial/final National Institutes of Health Stroke Scale (NIHSS), and hemorrhagic transformation rates. Mean interval of iv r-TPA treatment was 244.7 days (minimum 58 days, maximum 1 year 9 months 10 days). Average of NIHSS calculated as 7.57 before the first and 8.26 before the second iv r-tPA treatment; at the time of discharge mean of NIHSS was 1.57 and 2.8 respectively for five patients. Five of the patients have been identified as cardioembolic in aetiology. In two of our cases, clinical worsening was observed in the follow-ups after iv r-tPA. Our symptomatic intracranial hemorrhage rates were similar to the literature seen in one patient. Rates of bleeding were directly proportional with calculated HAS-BLED scores in patients who were started anticoagulation. Our complication rates were similar with literature and the prognosis of recurrent r-tPA was discovered to have a good prognosis in the first 3 months.

10.The Diagnosis of Gastric Bronchogenic Cyst with Endoscopic Ultrasound Fine-Needle Aspiration
Atilla Bektaş, Mehmet Bektaş
doi: 10.14744/bmj.2022.09326  Pages 51 - 53
Dispeptik şikayetleri olan 40 yaşındaki kadın hastaya yapılan endoskopide korpus arka duvarında 25 mm'lik subepitelyal lezyon saptandı. Daha sonra kliniğimize EUS için sevk edildi. EUS incelememizde muskularis propriadan kaynaklanan 24x17 mm boyutlarında subepitelyal lezyon ve hipoekoik görünüm izlendi. EUS-FNA yapıldı; müsinöz sıvı aspire edildi. Sitoloji sonucu siliyer epitel ile döşeli benign kistik büyüme, bronkojenik kist olarak yorumlandı.
Endoscopy done on a 40-year-old female patient with dyspeptic complaints revealed a 25 mm subepithelial lesion on the posterior corpus wall. Subsequently, she was referred to our clinic for endoscopic ultrasound (EUS). In our EUS examination, a 24×17 mm subepithelial lesion originating from the muscularis propria and hypoechoic appearance was observed. EUS-fine-needle aspiration was performed; mucinous fluid was aspirated. Benign cystic growth lined with ciliated epithelium was interpreted as a bronchogenic cyst.

11.Spuriously High Levels in a Patient After Total Parathyroidectomy with Forearm Auto-Transplantation
Özge Kama Başcı, Nilüfer Özdemir, Zeliha Hekimsoy
doi: 10.14744/bmj.2022.72602  Pages 54 - 58
Primer hiperparatiroidizm; parathormon yüksekliği ile birlikte hiperkalsemiye özgü semptom ve bulgularla seyreden bir endokrin hastalıktır. Bir veya daha fazla adenom, hiperplazi ya da nadiren paratiroid karsinomu eşlik edebilir. Tedavide yaygın olarak paratiroidektomi uygulanır. Operasyon sonrası hipokalsemi ya da nüks hiperplazi gelişebilir. Bu nedenle hastalar yakından izlenmektedir. Bu olgu sunumunda total paratiroidektomi ve ön kol ototransplantasyonundan 2 yıl sonra parathormonda izole yükseklik saptanan bir hasta sunuldu. Nakil yapılmış ön koldan alınan kanda yalancı yüksek parathormon düzeylerinin saptanması, rekürren hiperparatiroidizm yanlış tanısına yönlendirebilir. Bu yazıda parathormon düzeylerinin, ön kol ototransplantasyonu yapılan hastalarda yüksek seyretmesi halinde her iki koldan ölçüm yapılması vurgulanmaktadır.
Primary hyperparathyroidism is an endocrine disease characterized by hypercalcemia-specific symptoms and signs with elevated parathormone (PTH). It can be accompanied by one or more adenomas, hyperplasia, or rarely parathyroid carcinoma. Parathyroidectomy is commonly used for treatment. Post-operative hypocalcemia or recurrent hyperplasia may develop so patients should be closely monitored. In this case report, a patient with isolated elevation of PTH levels, 2 years after total parathyroidectomy and forearm auto-transplantation, is presented. Detection of spuriously elevated PTH levels in the transplanted forearm may lead to misdiagnosis of recurrent hyperparathyroidism. If PTH levels remain high in patients with forearm auto-transplantation, it is essential to measure PTH levels in both arms.

REVIEW
12.Interventional Procedures Under the Guidance of Mammography in Breast Diseases
Fatma Nur Soylu Boy
doi: 10.14744/bmj.2022.50570  Pages 59 - 64
Memede görülen malignite açısından şüpheli lezyonların, histopatolojik tetkiklerinin doğru ve hızlı bir şekilde yapılması, meme kanserinin erken tanısı ve sağkalım açısından önem arz etmektedir. Erken evre meme kanserinin en önemli belirtisi olan mikrokalsifikasyonlar, mamografi ile ortaya koyulabilir. Bu mikrokalsifikasyonların histopatolojik tanıları ve ameliyat öncesi işaretlemeleri de sadece mamografi eşliğinde gerçekleştirilebilir. Mamografi ile yapılan biyopsilerin, günümüzdeki standart uygulaması vakum yardımlı biyopsilerdir (vacuum assisted biopsy, VAB). VAB ile cerrahi olmaksızın büyük oranda kesin tanı koyulabilmektedir. Bu da cerrahinin hasta, cerrah ve sağlık sistemine getireceği yükleri azaltmaktadır. Bu yazıda, mamografi eşliğinde yapılan girişimsel işlemlerin teknik detayları ve güncel literatür ışığında genel değerlendirmesi anlatıldı.
Prompt and accurate histopathologic evaluation of breast lesions which are suspicious for malignancy is very important for early diagnosis and survival of breast cancer. Microcalcifications which are a sign of early breast cancer can be detected only by mammography. Biopsy and pre-operative localization of microcalcifications are only made by mammography guidance. At present, the standard procedure for mammographic biopsy is vacuum-assisted biopsy (VAB). VAB mostly provides accurate diagnosis without needing a surgery. This reduces the burden for the patients, clinicians, and the health system related with surgery. This review discusses the technical details and general evaluation of interventional procedures which are made by mammography guidance.

LookUs & Online Makale