ISSN 2149-0287
Bosphorus Medical Journal - Bosphorus Med J: 7 (2)
Volume: 7  Issue: 2 - 2020
ORIGINAL RESEARCH
1.The Outcomes of Recurrent Retinal Detachment Surgery and the Effects of the First Surgeon to the Final Outcomes
Hatice Nur Tarakçıoğlu, Abdullah Özkaya
doi: 10.14744/bmj.2020.26928  Pages 39 - 44
GİRİŞ ve AMAÇ: Nüks retina dekolmanı olan hastalarda vitreoretinal cerrahinin sonuçlarını değerlendirmek ve ilk ameliyatı yapmış olan cerraha göre nüks cerrahisinin sonuçlarını karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, Ocak 2014 ile Aralık 2016 tarihleri arasında tek cerrah tarafından nüks retina dekolmanı tanısı ile vitrektomi yapılmış olan hastaların kayıtları geriye dönük olarak tarandı. Cerrahi sonrası takip süresi en az 12 ay olan hastalar çalışmaya alındılar. İlk cerrahisi aynı cerrah tarafından yapılmış olan hastalar A grubu, ilk cerrahisi farklı bir cerrah tarafından yapılmış olan hastalar ise B grubu adı altında değerlendirildiler. Çalışmanın temel sonlanım noktası 12. aydaki anatomik başarı oranı idi.
BULGULAR: A grubunda 12 hasta (%20.7) ve B grubunda 46 hasta (%79.3) vardı. Tüm grupta tek ikincil cerrahi sonrası anatomik başarı oranı %67.2 idi. A grubunda anatomik başarı %75.0, B grubunda ise %65.2 idi (p=0.4). Çoklu cerrahiler sonrası son anatomik başarıya ise 58 hastanın 46’sında (%77.6) ulaşıldı. Yine son anatomik başarı A grubunda %91.7, B grubunda ise %73.9 idi (p=0.1).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İlk cerrahi ile aynı cerrah tarafından opere edien nüks retina dekolmanı hastalarında anatomik başarı oranı açısından olumlu olarak yorumlanabilecek bir trend mevcuttu.
INTRODUCTION: To evaluate the outcomes of vitreoretinal surgery in patients with recurrent retinal detachment (RD) and compare whether these outcomes differ regarding the surgeon who carried out the first surgery.
METHODS: The medical records of the recurrent RD patients who underwent vitrectomy between January 2014 and December 2016 were reviewed for this retrospective single-surgeon study. The included patients had a postoperative follow-up period of at least 12 months. If the first surgery was carried out by the same surgeon, then the patients were included in group A, and if the patient was a referral patient and the first surgery was carried out by another surgeon, then the patient was included in group B. Primary outcome measure was the anatomical success at month 12.
RESULTS: There were 12 eyes (20.7%) in group A and 46 eyes (79.3%) in group B. The anatomical success after a single secondary operation was 67.2% in the whole group. It was 75.0% and 65.2% in groups A and B, respectively (p=0.4). Final anatomical success after multiple surgeries was achieved in 46 of the 58 patients (77.6%) in the whole group. The final anatomical success was 91.7% and 73.9% in group A and B, respectively (p=0.1).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, we detected a positive trend in anatomical outcomes after vitrectomy surgery in the subgroup recurrent RD patients that were operated by the same surgeon who carried out the first operation.

2.The Importance of Platelet Count, PDW and MPV Value in the Follow-up of Patients with Helicobacter Pylori Eradication
Özgür Altun, Mustafa Özcan
doi: 10.14744/bmj.2020.30602  Pages 45 - 50
GİRİŞ ve AMAÇ: Helikobakter pilori (HP) enfeksiyonu tüm dünyada yaygın olarak görülmektedir. Bu çalışmanın amacı, trombosit indeksleri olan; trombosit sayısı, ortalama trombosit hacmi (MPV) ve trombosit dağılım genişliğinin (PDW) helikobakter pilori tedavisinin izlenmesinde yararlı, ucuz, invaziv olmayan biyobelirteçler olarak rolünü incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, HP pozitifliği, gastroskopik biyopsi ile tespit edilmiş ve eradikasyon tedavisi verilmiş toplam 72 hasta dahil edilmiştir. Bu hastaların, tedavi sonrası eradike olup olmadığı, gaitada HP antijen testi yapılarak değerlendirilmiştir. Hastaların 48’inde eradikasyon sağlandığı görülmüş olup, hasta grubunun tedavi öncesi ve sonrası, demografik verileri ve laboratuvar parametreleri karşılaştırılmıştır.


BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalaması 41.1±12.1’di. Hastaların 54’ü kadın, 18’i erkekti. HP eradikasyonu sonrasında trombosit sayısından azalma ve PDW’de artış saptandı. Aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (sırası ile p=0.045 ve 0.015). HP eradikasyonu sağlanan hastalarda trombosit lenfosit oranı, nötrofil lenfosit oranı ve MPV açısından anlamlı bir farka rastlamadık (p>0.05).


TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda HP tedavisi alan ve eradikasyon sağlanan hastalarda, periferik trombosit sayısında azalma ve PDW de artış saptadık. MPV değerinin ise değişmediğini gördük. Birçok sağlık kuruluşunda çalışılabilen ve ucuz bir tetkik olan, trombosit sayısı ve PDW değerinin, HP eradikasyon tedavi sürecini takip etmek için kullanılabilecek yararlı parametreler olabileceğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Helicobacter pylori infection is common all over the world. The present study aims to have platelet indices; to examine the role of platelet count, mean platelet volume (MPV) and platelet distribution width (PDW) as useful, inexpensive, non-invasive biomarkers for monitoring helicobacter pylori therapy.

METHODS: A total of 72 patients who were determined using helicobacter pylori positivity, gastroscopic biopsy and administered eradication treatment were included in this study. Whether these patients were eradicated after treatment was evaluated by testing helicobacter pylori antigen in stool. Eradication was observed in 48 of the patients, and the demographic data and laboratory parameters of the patient group before and after treatment were compared.

RESULTS: The mean age of the patients included in this study was 41.1±12.1. Of the patients, 54 were female and 18 were male. After Helicobacter pylori eradication, a decrease in platelet count and an increase in PDW were detected. The difference was statistically significant (p=0.045 and 0.015, respectively). We did not find any significant difference concerning platelet lymphocyte ratio, neutrophil-lymphocyte ratio and MPV in patients with Helicobacter pylori eradication (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we found a decrease in the number of peripheral platelets and an increase in PDW in patients receiving helicobacter pylori therapy and eradication. We saw that the MPV value did not change. Our findings suggest that platelet count and PDW value, which can be studied in many health institutions and are an inexpensive test, can be useful parameters that can be used to follow the Helicobacter pylori eradication treatment process.


3.The Diagnostic Value of Flexor and Extensor Forces, in Meniscus Rupture Diagnosed Cases with MRI
Taşkın Ceyhan, Ibrahim Halil Ural, Şebnem Nur Atilla, Kerem Alptekin, Halim İşsever
doi: 10.14744/bmj.2020.85866  Pages 51 - 57
GİRİŞ ve AMAÇ: Menisküs ve bağ yırtıklarında, diz fleksiyon ve ekstansiyon kuvvetlerindeki değişmeler çok incelenmemiştir.Kuvvetlerin azalması ve birbirlerine oranlarının değişmesiyle diz eklemi stabilitesinde bozulmalar olur. Fleksiyon ve ekstansiyon kuvvetlerinin ölçümleri menisküs yırtığı için tanı koydurabilir araç olabilir mi?
YÖNTEM ve GEREÇLER: Klinik olarak menisküs yırtığı öntanısı konulan ve MRG ile tanısı onaylanan 45 hasta çalışma grubunu, diger dizleri ise kontrol grubunu oluşturdu. Ayrıca dizleri sağlam olan yeni 45 hasta ile negatif kontrol grubu oluşturuldu. Kontrol ve negatif kontrol grubundaki dizlerin MRG'leri çekilmedi. Çalışma ve kontrol grubundaki tüm dizlerin, negatif kontrol grubundaki birer dizin izokinetik egzersiz cihazı ile maksimal fleksiyon ve ekstansiyon kuvvetleri ölçüldü. Kuvvetlerin ölçümü için bir adet Nonius EnRaf R firması ürünü, kg birimli, hava basıncıyla çalışan izokinetik egzersiz aleti kullanıldı. Dizlerdeki diğer patolojiler, ağrının başlangıcı, süresi, yaş ve sağ sol farklılığı değerlendirmeye alınmadı. İzokinetik kas ölçümlerinin tanıda değeri olup olmadığını araştırmak için ROC analizi uygulandı.
BULGULAR: Yırtık olan dizlerde aynı hastanın sağlam dizine göre ekstansiyon kuvvetlerinde %30, fleksiyon kuvvetlerinde ise %17 azalma vardı. Her iki değer istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.05). Yırtığı olan dizlerde fleksiyon/ekstansiyon oranı 0.81 iken saglam dizlerin kuvvet oranı 0,687 idi. Sonuç olarak 32 ekstansiyon extansiyon değerlerinde 45 hastadan 35’inde, 20 birim fleksiyon değerlerinde sırası ile 45 hastadan 36’sında, 45 sağlam dizde ise 35 tanesi yakalanmaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Menisus yırtığı öntanısı konmuş dizlerin kas kuvvetindeki değişmeler menisküs yırtığı tanısının doğrulanmasında kullanılabilir. Diz kuvvetlerinin diğer patolojilerle ölçülmesi tanıyı kesinleştirip yaygınlaştırabilir.
INTRODUCTION: Changes in the knee flexor and extensor strengths have not been thoroughly evaluated. When the forces decrease, there are disruptions in the knee joint balance. Could flexor and extensor strength measurements be used as diagnostic tools for meniscal tears?
METHODS: In this study, 45 patients clinically prediagnosed with a meniscal tear and confirmed with MRI were the study group. Their other knees were the control group. New 45 healthy patients were made up a negative control group. In the control and negative control groups, MRI was not taken. The maximal strengths of all knees in Study and Control Group and a series of the negative control Group were measured using Nonius EnRaf R, kg unit and air pressure isokinetic exercise device. Other pathologies in the knees, the onset of pain, duration, age, and left and right differences were not evaluated. Statistical ROC analysis was carried out.
RESULTS: There was a 17% of flexion and 30% of extension reduction in the knee with ruptured meniscus compared with intact knees. Both values were statistically significant (p<0.05). The mean knee flexor/extensor strength ratio in ruptured meniscus, patients was 0.687, while it was higher than 0.81 in other intact knees. As a result, the extension 32 units in 35 out of 45 patients, flexion 20 units in 36 out of 45 patients were affected, respectively, 35 out of 45 healthy knees were affected in other knees.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Change in muscle strengths can be used to confirm with a prediagnosed meniscus tear in knees. Measurements of many knee forces with other pathologies can be definitive and widespread in the diagnosis..


4.The Effects of Low Molecular Weight Heparin on Microalbuminuria in Patients with Type II Diabetes Mellitus
Meltem Sertbaş, Mutlu Niyaz, Güven Çetin, Nalan Okuroğlu, Yaşar Sertbaş
doi: 10.14744/bmj.2020.02419  Pages 58 - 62
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabetik nefropati %20-40 arasında değişen sıklıkla ve yüksek mortalitesi ile diyabetin major komplikasyonlarından biridir. Bilinen klasik tedavi yaklaşımları dışında nefropatinin ilerlemesi ve önlenmesi amacıyla değişik tedavi modaliteleri gerekmektedir. Bu çalışmanın amacı düşük molekül ağırlıklı heparin olan nadroparinin mikrolabuminüri üzerine etkilerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya dahiliye polikliniği ve servisinden takipli 30-70 yaşları arasında 44 Tip II Diabetes Mellituslu hasta dahil edildi. Bunlardan rastgele seçilen 22 hastaya 1 ay süreyle LMWH olan nadroparin 3075 IU dozunda günde iki kez deri altı verildi. Diğer 22 hasta kontrol grubu olarak herhangi bir tedavi almadan takip edildi.
BULGULAR: Nadroparin kullanan hastaların bazal ve 1 aylık tedavi sonrasında üre (43.2±18.3 ve 34.9±7.9) ve kreatinin (1.13±0.32 ve 0.9±0.3) değerlerinde anlamlı oranlarda azalma saptanmıştır (p<0.05). Bu arada kontrol grubunda bazal ve bir ay sonraki değerleri arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Hastaların 1 aylık tedavi süresi sonrasında kreatinin klirensi değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı olmayacak şekilde hafif bir artış saptandı (p>0.05). Nadroparin tedavisi sonrasında hastalarda %15’lik bir düşüş sağlansada mikroalbuminürideki değişimde (137.6±99.3 ve 116.4±114.1) anlamlı düzeylerde değildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak çalışmamızda istatistiksel olarak anlamlı olmasa da LMWH olan nadroparin uygulaması sonrasında mikroalbüminüri seviyelerinde belli oranlarda düşüş sağlanmış olup mikroalbuminürisi bulunan hastalarda standart tedavinin bir parçası olmasa bile tedavinin yetersiz kaldığı durumlar da dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Diabetic nephropathy is one of the major complications of diabetes, with a frequency of 20-40% and high mortality. Different treatment modalities are required for the progression and prevention of nephropathy apart from the conventional treatment approaches. The present study aims to investigate the effects of low molecular weight heparin, Nadroparin on microalbuminuria.
METHODS: Forty-four Type II diabetic patients between the ages of 30-70 who were followed up from the internal medicine outpatient clinic and service were included in this study. Nadroparin, an LMWH for one month, was administered subcutaneously at a dose of 3075 IU to randomly selected 22 patients. The other 22 patients were followed up without any treatment as a control group.
RESULTS: There was a significant decrease in urea (43.2±18.3 and 34.9±7.9) and creatinine (1.13±0.32 and 0.9±0.3) values between basal and after 1-month treatment of Nadroparin (p<0.05). Meanwhile, there was not any significant difference between the basal values and values after in the control group (p>0.05). There was a slight increase in creatinine clearance values after one month of treatment, which was not statistically significant (p>0.05). Although a 15% decrease in patients was achieved after treatment with Nadroparin, the change in microalbuminuria (137.6±99.3 and 116.4±114.1) was not significant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, in our study, although it was not statistically significant, there were a decrease of microalbuminuria levels after the application of Nadroparin with LMWH, and our findings suggest that it should be considered in patients with microalbuminuria, even if it is not a part of standard treatment.

CASE REPORT
5.An Unusual Case of Piriformis Syndrome: Peroneal Neuropathy
Gamze Gül Güleç, Ilknur Aktaş, Feyza Ünlü Özkan, Dilşat Bayrak
doi: 10.14744/bmj.2020.29290  Pages 63 - 66
Piriformis sendromu (PS), siyatik sinirin piriformis kası (PK) seviyesinde sıkışması nedeniyle ortaya çıkan semptomlardan oluşan bir sendromdur. En sık bildirilen şikayetler (kardinal özellikler) kalça ağrısı, ipsilateral uylukta yansıyan ağrı ve uzun süreli oturmakla ağrının artmasıdır. Bu yazıda gluteal ağrı ve siyatalji olmadan peroneal nöropati semptomları ile başvuran ve ultrason rehberliğinde PK enjeksiyonu ile başarıyla tedavi edilen 64 yaşında bir kadın olgu sunulmuştur.
Piriformis syndrome (PS) is a syndrome consisting of symptoms that occur due to compression of the sciatic nerve at the level of the piriformis muscle (PM). The most commonly reported complaints (cardinal features) are radiation to the ipsilateral tight, buttock pain, and reproduction of pain on prolonged sitting. In this study, we report a 64 years old female case presented with peroneal neuropathy symptoms without gluteal pain and sciatica and treated using ultrasound-guided PM injection successfully.

6.An ALS Case Presented with “Man in the Barrel Syndrome”
Hatice Ferhan Kömürcü, Ömer Anlar
doi: 10.14744/bmj.2020.57431  Pages 67 - 69
Fıçıdaki Adam Sendromu (FAS) birçok hastalığın geliş klinik tablosu olabilir. FAS klinik tablosu ile prezante olan amiyotrofik lateral skleroz (ALS) varyantları da vardır. Hastaların ayırıcı tanılarının yapılarak, etyolojik nedenin belirlenmesi hastanın tedavisi ve prognozu için önemlidir. Burada FAS tablosu ile gelen ve ALS tanısı konan bir olgu sunulmaktadır.
Man in the barrel syndrome (MBS) can be the clinical presentation in many diseases. The variants of amyotrophic lateral sclerosis (ALS) may be presented with MBS clinical picture. Determining the etiological cause by making a differential diagnosis is essential for the treatment and prognosis of the disease. Here, a case presented with the MBS clinical picture and diagnosed as ALS is reported.

REVIEW
7.Bone Pathology in Multiple Myeloma: Diagnosis and Treatment
Erhan Okay, Korhan Özkan
doi: 10.14744/bmj.2020.65365  Pages 70 - 74
Multiple miyelom kemiğin en sık primer tümörü olup, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki insidansı 3/100.000’dir. Plazma hücrelerinin monoklonal proliferasyonu ve kemik iliğinin infiltrasyonu ile karakterize osteolitik kemik hasarı meydana getiren bir neoplazidir. Multiple miyelom, Non-Hodgkin lenfomadan sonra en sık görülen hematolojik habis tümör iken, yaşlı popülasyonda ise en sık gözlenen primer kemik tümörüdür. Ortopedik şikayetler arasında ağrı, patolojik kırık, osteoporoz ve spinal kord basısı yer almaktadır. Asıl tedaviyi kemoterapi oluşturmaktadır. Yapılacak cerrahi girişim mümkün olduğu kadar minimal olmalı ve kemoterapi olabildiğince erken başlanmalıdır. Enfeksiyon riski gözönüne alınmalıdır. Bu derlemede multiple miyelomlu hastalarda kemik tutulumunun tanı ve tedavisinin özetlenmesi amaçlandı.
Multiple myeloma is the most common primary bone disease. Incidence has been reported as 3/100.000 in the United States. This neoplasia is characterized by osteolytic bone destruction and monoclonal proliferation of plasma cells. Multiple myeloma is the most common haematologic malignancy after Non-Hodgkin lymphoma and the most common primary bone malignancy in elderly population. Orthopaedic complaints include pain, pathologic fracture, osteoporosis, hypercalcemia and spinal cord compression. Chemotherapy constitutes the main treatment. Surgical intervention should be as minimal as possible and chemotherapy should be started as soon as possible. The risk of infection should also be considered. This review aimed to synthesize the diagnosis and treatment of bone involvement in myeloma disease.

LookUs & Online Makale