ISSN 2149-0287
Bosphorus Medical Journal - Bosphorus Med J: 10 (3)
Volume: 10  Issue: 3 - 2023
FRONTMATTERS
1.Front Matter

Pages I - VIII

ORIGINAL RESEARCH
2.Association of Monocyte to High-Density Lipoprotein Cholesterol Ratio with Hyperreflective Foci in Patients with Diabetic Macular Edema
Ümit Çallı, Neslihan Sevimli
doi: 10.14744/bmj.2022.56689  Pages 121 - 125
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, optik koherens tomografide (OKT) hiperreflektif odakları (HO) ve diyabetik maküla ödemi (DMÖ) olan hastalarda monosit/yüksek yoğunluklu lipoprotein kolesterol (HDL-K) oranının (MHR) araştırılması ve sonuçların HO olmayan DMÖ hastalarıyla karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Veriler, dahiliye kliniğinde diabetes mellitus ve kliniğimizde DMÖ tanısı ile izlenen hastaların verilerinin geriye dönük olarak incelenmesiyle elde edildi. DMÖ tedavisi öncesi kan monosit ve HDL-K düzeyleri mevcut olan DMÖ hastaları çalışmaya dahil edildi. DMÖ ve HO, OKT ile tespit edildi. DMÖ olan hastalar OKT'de gözlenen HO varlığına göre iki gruba ayrıldı. Çalışma grubuna HO saptanan 35 DMÖ hastası dahil edildi. HO olmayan 35 DMÖ hastası kontrol grubu olarak belirlendi.
BULGULAR: HO mevcut olan DMÖ hastalarında ortalama MHR anlamlı olarak daha yüksekti (p=0,002). HO için MHR’nin optimal eşik değeri 9,72 idi. ROC eğrisinin altındaki alan 0,681 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Potansiyel bir inflamasyon biyobelirteç olarak tanımlanan MHR, HO olan DMÖ hastalarında anlamlı olarak daha yüksekti, bu da yüksek MHR'nin DMÖ hastalarında inflamasyonun şiddeti ile ilişkili olabileceğini düşündürdü.
INTRODUCTION: We aimed to investigate the monocyte/high-density lipoprotein cholesterol (HDL-C) ratio (MHR) in diabetic macular edema (DME) patients with hyperreflective foci (HF) on optical coherence tomography (OCT) and compare them with the results of patients without HF.
METHODS: The data were obtained by retrospectively reviewing the data of patients followed up with a diagnosis of diabetes mellitus in the internal medicine clinic and with a diagnosis of DME in our clinic. DME patients who have blood monocyte and HDL-C levels before the treatment of DME in the laboratory archive were included in the study. DME and HF were detected by OCT. The patients with DME were divided into two groups according to the presence of HF observed on OCT. Thirty-five DME patients with HF were included in the study group. Thirty-five DME patients without HF were determined as the control group.
RESULTS: The mean MHR was significantly higher in DME patients with HF (p=0.002). The optimal cutoff value of MHR for HF was 9.72. The area under the receiver operating characteristics curve was 0.681.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The MHR described as a potential biomarker of inflammation was significantly higher in DME patients with HF, suggesting that elevated MHR might be associated with severity of inflammation in DME patients.

3.Evaluation of the Systemic Immune Inflammatory Response in Cases Infected with Helicobacter Pylori
Zeynep Koç, Merve Sürücü, Hilal Çakır Taşkın, Didem Oktar, Nazire Aladağ, Şanver Koç, Müjgan Kaya Tuna, Banu Böyük, Seydahmet Akın, Özcan Keskin
doi: 10.14744/bmj.2023.03164  Pages 126 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: İnflamasyon göstermede pratik, yeni ve kullanışlı bir marker olan sistemik immün inflamasyon indeksinin (SII) çeşitli malign ve malign olmayan hastalıklarda etkinliği gösterilmiştir. Çalışmada, kronik bir enfeksiyon ve inflamasyona neden olan Helicobacter pylori pozitifliği ile SII ilişkisinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif randomize kontrollü çalışmaya 88 H. pylori pozitif olgu ile 154 H. pylori negatif kontrol hastası dahil edildi. Olguların endoskopik biyopsi raporları doğrultusunda H. pylori pozitifliği ve H. pylori negatifliği değerlendirildi. İnflamasyona neden oluşturabilecek tüm sekonder nedenler dışlandı. Olgu ve kontrol grubunun SII düzeyi (mutlak nötrofil x mutlak trombosit/mutlak lenfosit) hesaplandı.
BULGULAR: Çalışmamızda kronik bir enfeksiyon olan H. pylori pozitifliği ile SII arasında anlamlı bir ilişki gösterilemedi (p>0,05). H. pylori pozitifliğinin daha genç yaşlarda daha sık olduğu tespit edildi (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: SII ile H. pylori pozitifliği arasında anlamlı bir ilişkinin gösterilemediği bu çalışmada, çalışmanın sonucu SII’nın H. pylori pozitifliğini göstermede kullanışlı bir marker olamayacağını düşündürmektedir.
INTRODUCTION: The effectiveness of systemic immune inflammation index (SII), which is a practical, new, and useful marker in indicating inflammation, in various malignant and non-malignant diseases has been shown. In the present study, it was aimed to examine the correlation between Helicobacter pylori (HP)+, which causes chronic infection and inflammation, and SII.
METHODS: A total of 88 HP+ cases and 154 HP− control cases were included our retrospective, randomized, and controlled study. HP± was assessed according to the endoscopic biopsy reports of cases. All secondary causes that may lead to inflammation were excluded from the study. The SI level of the case and control groups was calculated (absolute neutrophil × absolute platelet/absolute lymphocyte).
RESULTS: In our study, no significant correlation between HP+, a chronic infection, and SII could not be shown (p>0.05). It was detected that HP+ was more common in young ages (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of our study suggest that SII may not be a useful marker in indicating HP+ as we could not find a significant correlation between SII and HP+.

4.Impact of Precautions on the Sustainability of Ophthalmology Practice in an Eye Clinic in Türkiye during the COVID-19 Pandemic
Okşan Alpoğan, Alev Özçelik Köse
doi: 10.14744/bmj.2023.33602  Pages 131 - 138
GİRİŞ ve AMAÇ: Göz muayenesi, hastanın yakın muayenesini gerektirdiğinden sağlık çalışanları için koronavirüs hastalığı (COVID-19) riski taşıyabilir. Bu çalışmada, pandemi döneminde bir göz kliniğinde sağlık çalışanlarının çalışma koşullarının ve kişisel önlemlerinin oftalmoloji uygulamasının sürdürülebilirliğini nasıl etkilediğinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, 01 Haziran 2020-28 Şubat 2021 tarihleri arasında bir göz kliniğinde görev yapan 70 sağlık çalışanına çalışma koşulları ve COVID-19’a karşı aldıkları koruyucu önlemler hakkında anket uygulandı. Altmış sağlık çalışanı anketi yanıtladı. Ayrıca, verilen çalışma döneminde yapılan muayene ve ameliyat sayıları bir önceki yılla karşılaştırıldı.
BULGULAR: Katılımcıların çalışma süresi boyunca yaş ortalaması 38,12±9,53 yıl ve COVID-19 bulaşma oranı %8,82 idi. Altı COVID-19'lu sağlık çalışanının dördü, dinlenme odasını beşten fazla kişiyle paylaştı ve hepsi dinlenme odasında maskelerini çıkardı. Hastane kaynaklı COVID-19 oranı %4,41, N95 maskesi kullanma oranı %46,7 idi. Sağlık çalışanları, dikkat ettikleri en önemli noktanın önlem olarak odanın havalandırılması olduğunu belirtti (%82). Ellerini her zaman yıkayan ve dezenfekte eden, pencere ve oda kapılarını her zaman açık tutarak çalışan sağlık çalışanları sırasıyla %43,8, %45, %55 ve %40 idi. Her zaman koruyucu gözlük veya kalkan ve biyomikroskobik kalkan kullanan sağlık çalışanları sırasıyla %5 ve %33,3 idi. Toplam muayene ve ameliyat sayısı çalışma döneminde bir önceki yıla göre önemli ölçüde azaldı (p<0,005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pandemi döneminde N95 koruyucu maskelerin kullanılmasıyla birlikte çalışma ortamının havalandırılmasını sağlayan genel tedbir-ler ve fiziki koşulların sağlanması virüsün yayılmasının önlenmesinde etkili olacaktır. Ayrıca sağlık çalışanlarının aldıkları koruyucu önlemleri çalışma odasının yanı sıra dinlenme odasında da almaları önem taşımaktadır. Bu gerekli önlemler alınarak oftalmoloji pratiğine devam etmek mümkün gözükmektedir.
INTRODUCTION: The eye examination may carry the risk of coronavirus disease-19 (COVID-19) for healthcare workers (HCWs) since it requires a close examination of the patient. The current study aimed to examine how HCWs’ working conditions and personal precautions affect the sustainability of ophthalmology practice in an eye clinic during the pandemic period.
METHODS: A questionnaire survey was applied to 70 HCWs in an eye clinic between June 01, 2020, and February 28, 2021, about their working conditions and protective measures they took against COVID-19. Sixty HCWs answered the questionnaire. In addition, the number of examinations and surgeries performed during the given study period was compared to the previous year.
RESULTS: Among the participants, the mean age was 38.12±9.53 years, and the rate of transmitting COVID-19 was 8.82% during the study period. Of the 6 HCWs with COVID-19, 4 shared the resting room with more than 5 people, and all of them removed their masks in the resting room. The hospital-acquired COVID-19 rate was 4.41%. The rate of using the N95 mask was 46.7%. HCWs stated that the most important point they paid attention to was ventilating the room as a precaution (82%). HCWs who always washed and disinfected their hands and always worked with windows and room doors open were 48.3%, 45%, 55%, and 40%, respectively. HCWs who always use protective glasses or goggles and biomicroscopic shields were 5% and 33.3%, respectively. The total number of examinations and surgeries decreased significantly during the study period compared to the previous year (p<0.005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: During the pandemic period, the use of N95 protective masks along with general measures and physical conditions that allow ventilation of the working environment can be effective in preventing the spread of the virus. In addition, it would be important that HCWs take protective measures not only in the study room but also in the resting room. Overall, it could be possible to continue ophthalmology practice by taking these necessary precautions.

5.Lipoprotein (a) Concentration is Inversely Related with Vertebral Arterial Flow
Abdulrahman Naser, Khagani Isgandarov, Tolga Sinan Güvenç, Abdülbari Bener, Rengin Çetin Güvenç
doi: 10.14744/bmj.2023.36744  Pages 139 - 145
GİRİŞ ve AMAÇ: Posterior dolaşım iskemi sendromu, genellikle vertebral arterlerin (VA) aterosklerotik tutulumunun neden olduğu posterior serebral bölgelere zayıf kan akışının ortak bir özelliğidir. Ancak VA aterosklerozu için risk faktörleri büyük ölçüde bilinmemektedir. Modifiye edilmiş düşük yoğunluklu bir lipoprotein olan lipoprotein (a) [Lp(a)], koroner ve periferik arter hastalığı için bir risk faktörü olarak gösterildi. Bu çalışmanın amacı, VA aterosklerozunu temsil eden bir belirteç olan düşük VA akışı ile Lp(a)'nın olası ilişkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma için kurumsal bir kayıt veri tabanı kullanıldı. Toplam 718 olgudan 135'inde karotid ve vertebral arterlerin Doppler ultrasonografi görüntülemesini içeren eksiksiz bir veri setine ulaşıldı ve bu olgular analize dahil edildi.
BULGULAR: Yirmi dokuz (%21,1) hastada Lp(a) seviyesi >30 mg/dL idi ve bu hastalarda total VA akımı, Lp(a) seviyesi <30 mg/dL olan hastalara göre anlamlı olarak düşüktü; 243,0 mL/dakikaya (212,0-276,0) karşı 256,0 mL/dakika (230,0-307,0), (p=0,03). Lp(a), VA akımı ile anlamlı (r=-0,24, p=0,004) bir korelasyona sahipti ve bu ilişki, diğer lipid parametreleri (β=-0,244, p=0,004) ve demografik değişkenler için ayarlandıktan sonra da anlamlı kalmaya devam etti (β=-0,225, p=0,007). Üstelik, Lp(a) ile VA akımı arasındaki korelasyon, DUS'ta karotid ateroskleroz kanıtı olan 11 hastada daha güçlü olarak saptandı (r=-0,74, p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Lp(a) konsantrasyonu, VA akımı ile ters ilişkilidir.
INTRODUCTION: Posterior circulation ischemia syndrome is a common feature of the poor blood flow to the posterior cerebral regions which is generally caused by atherosclerotic involvement of vertebral arteries (VA). However, the risk factors for VA atherosclerosis remain largely unknown. Lipoprotein (a) (Lp(a)), a modified low-density lipoprotein, has been implicated as a risk factor for coronary and peripheral artery disease. Our aim was to investigate the possible association of Lp(a) with low vertebral artery flow, a marker representing VA atherosclerosis.
METHODS: An institutional registry database was used for the present study. A complete dataset, including Doppler ultrasound imaging of the carotid and VA was available in 135 of 718 cases, and these cases were included in the analysis.
RESULTS: 29 (21.1%) patients had Lp(a)>30 mg/dL, and total VA flow in these patients was significantly less than in patients with Lp(a)<30 mg/dL (243.0 mL/min [212.0–276.0] vs. 256.0 mL/min [230.0–307.0], p=0.03). Lp(a) had a significant correlation with VA flow (r=−0.24, p=0.004), and this association remained significant after adjustment for other lipid parameters (β=−0.244, p=0.004) and demographic variables (β=−0.225, p=0.007). Furthermore, the correlation between Lp(a) and VA flow was stronger in 11 patients with evidence of carotid atherosclerosis on DUS (r=−0.74, p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Lp(a) concentration is inversely related with VA flow.

6.Visceral Adiposity Index and Insulin Resistance in Restless Legs Syndrome
Gülhan Sarıçam, Orkun Sarıçam
doi: 10.14744/bmj.2023.94834  Pages 146 - 152
GİRİŞ ve AMAÇ: Huzursuz bacak sendromunun (HBS) obezlerde ve diyabetik hastalarda normal popülasyona göre daha yüksek oranda görüldüğü bildirildi. Bu çalışmada, HBS olan bireylerde obezite, insülin direnci ve viseral yağ indeksi (VYİ) oranlarının ve bu değerlerin HBS şiddeti ile ilişkisinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif çalışma HBS tanısı alan 149 hasta ve 105 sağlıklı gönüllü ile yapıldı. Hastalar HBS Şiddet Değerlendirme Ölçeği ile değerlendirilerek, semptom şiddetine göre sınıflandırıldı. Hastaların demografik özellikleri, demir, inflamasyon ve kan kolesterol seviyeleri ölçüldü, beden kitle indeksi (BKİ), VYİ ve insülin direnci değerleri hesaplandı.
BULGULAR: HBS tanılı hastaların %64,8’i kadındı ve %35,6’sında semptomlar şiddetliydi. HBS olan hastalarda C-reaktif protein, BKİ, VYİ düzeyleri kontrol grubundan anlamlı derecede fazla bulundu (p<0,001). HBS’li grupta insülin direnci ve obez olanların sayısı kontrol grubundan anlamlı derecede fazlaydı. HBS semptomları şiddetli olan hastalarda VYİ düzeyleri ve insülin direnci olanların oranı semptomları hafif olanlardan anlamlı derecede fazlaydı (p=0,006, p=0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: HBS tanısı olan hastalarda insülin direnci, VYİ ve obezitenin kontrol grubuna göre daha yüksek oranda olduğu tespit edildi. HBS semptomları şiddetli olan hastalarda VYİ ve insülin direnci anlamlı olarak daha yüksek olmasına rağmen obezite ile hastalık şiddeti arasında bir ilişki bulunmadı. VYİ ve insülin direnci parametreleri, HBS geliştirme riskini ve hastalık prognozunu değerlendirmek için yararlı belirteçler olabilir.
INTRODUCTION: It has been reported that restless legs syndrome (RLS) is seen at a higher rate in obese and diabetic patients than in the normal population. In this study, we aimed to investigate obesity, insulin resistance (IR), and visceral adiposity index (VAI) rates and the relationship of these values with the severity of RLS in individuals without a diagnosis other than RLS.
METHODS: This prospective study was conducted with 149 patients diagnosed with RLS and 105 healthy volunteers. Patients were evaluated with the RLS Severity Rating Scale and classified according to symptom severity. Demographic characteristics of the patients, iron, inflammation, and blood cholesterol levels were measured, and body mass indexes (BMI), VAI, and IR values were calculated.
RESULTS: A majority (64.8%) of the patients were female and the symptoms were severe in 35.6%. C-reactive protein, BMI, and VAI levels were found to be significantly higher in patients with RLS than in the control group (p<0.001). The number of IR and obese patients in the RLS group was significantly higher than the control group. In patients with severe RLS symptoms, the VAI levels and the ratio of those with IR were significantly higher than in those with mild symptoms (p=0.006, p=0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was shown that patients with RLS had a higher rate of IR, VAI, and obesity compared to the control group. Although VAI and IR were significantly higher in patients with severe RLS symptoms, we did not find a relationship between obesity and disease severity. VAI and IR parameters could be useful markers for assessing the risk of developing RLS and disease prognosis.

7.Markers of Non-alcoholic Fatty Liver Disease Among Metabolically Healthy and Unhealthy Obese Individuals
Şencay Yıldız Şahin, Saliha Yusufoğlu, Sevim Özdemir, Mehmet Koçak, Hayriye Esra Ataoğlu
doi: 10.14744/bmj.2023.24482  Pages 153 - 158
GİRİŞ ve AMAÇ: Aşırı ve anormal yağ dokusu birikimi olarak tanımlanan obezite kişilerin yaşam kalitesinin bozulmasının ötesinde çeşitli sistemik hastalıklara da yol açabilmektedir. Bu çalışmada, metabolik olarak sağlıklı obez (MHO) ve metabolik olarak sağlıksız obezde (MUHO) biyokimyasal parametrelerin, hepatosteatoz varlığının, invaziv olmayan karaciğer fibröz skorlarının (NAFLD) ve ana karotid arter (CCA) media kalınlıklarının karşılaştırılmaysı amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haziran 2018-Haziran 2019 tarihleri arasında dahiliye polikliniğine başvuran hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Beden kitle indeksi ≥30 kg/m2 olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Katılımcılar, 3. Ulusal Sağlık ve Beslenme Sınavı Anketi III kriterlerine göre MHO ve MUHO olarak iki gruba ayrıldı. Karaciğer fibrozu varlığı NAFLD fibroz skoru (NFS) ve Fib-4 skoru kullanılarak hesaplandı. MHO ve MUHO olarak sınıflandırılan hastalar demografik özellikler, biyokimyasal parametreler ve radyolojik bulgular açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 123 obez hasta alındı ve 95 hasta MUHO olarak sınıflandırıldı. CCA, MHO'da 0,6 mm, MUHO'da 0,7 mm olarak ölçüldü ve aradaki fark MHO lehine istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). İnsülin direnci (HOMA-IR), insülin seviyesi ve trigliserit/glukoz indeksinin (TyG) homeostatik model değerlendirmesi MUHO'da anlamlı derecede yüksekti. MHO ve MUHO'daki Fib-4 indekslerinin farkı istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,10). Ancak NFS, MHO'da anlamlı olarak daha iyiydi (p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, beş obez hastadan yaklaşık dördünün MUHO olarak sınıflandırıldığını gösterdi. Ek olarak, GGT, HOMA-IR, insülin ve TyG indeksi seviyeleri, MHO'ya kıyasla MUHO'da anlamlı derecede yüksekti. Ayrıca, MUHO olgularında önemli ölçüde daha yüksek CCA media kalınlığı, karaciğer boyutu ve daha kötü NFS vardı.
INTRODUCTION: Obesity, which is defined as excessive and abnormal accumulation of adipose tissue, can lead to various systemic diseases beyond the deterioration of the quality of life of individuals. In this study, we aimed to compare the biochemical parameters, the presence of hepatosteatosis, non-invasive liver fibrous scores (NAFLD), and common carotid artery (CCA) media thickness in metabolically healthy obese (MHO) and metabolically unhealthy obese (MUHO).
METHODS: Charts of patients who were admitted to the internal medicine outpatient clinic between June 2018 and June 2019 were retrospectively evaluated. Patients with body mass index ≥30 kg/m2 were evaluated for inclusion in the study. Participants were divided into two groups as MHO and MUHO, according to the Third National Health and Nutrition Examination Survey III criteria. The presence of liver fibrosis was calculated using NAFLD fibrosis score (NFS) and Fib-4 score. Patients categorized as MHO and MUHO were compared according to demographic characteristics, biochemical parameters, and radiological findings.
RESULTS: Totally, 123 obese patients were enrolled into the study, and 95 patients were classified as MUHO. CCA was measured as 0.6 mm in MHO and 0.7 mm in MHUO, and the difference was statically significant in favor of MHO (p<0.001). Homeostatic model assessment of insulin resistance (HOMA-IR), insulin level, and triglyceride/glucose index (TyG) index were significantly higher in MUHO. The difference of Fib-4 indexes in MHO and MUHO was not statistically significant (p=0.100). However, NFS was significantly better in MHO (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The present study showed that almost four out of five obese patients were classified as MUHO. In addition, levels of glutamyl transferase, HOMA-IR, insulin, and TyG index were significantly higher in MUHO in comparison with MHO. Moreover, MUHO cases had significantly higher CCA media thickness levels, liver size, and worse NFS.

8.Effects of Famotidine on COVID-19 Patients in Intensive Care Unit: A Retrospective Clinical Trial
Mesure Gül Nihan Özden, Senem Koruk
doi: 10.14744/bmj.2023.77044  Pages 159 - 167
GİRİŞ ve AMAÇ: Yeni ilaç geliştirme çalışmaları uzun bir süreç olduğu için güvenle kullanılan ilaçlar koronavirüs hastalığı (COVID-19) tedavisi için yeniden kullanılmaya çalışıldı. Bu retrospektif çalışmada, famotidin kullanılan ve kullanılmayan COVID-19 tanısı almış hastalarda, fomatidinin yoğun bakımda mortalite, invaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı ve hastalığın ciddiyeti üzerine etkilerinin laboratuvar sonuçları da dikkate alınarak araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: COVID-19 nedeniyle yoğun bakım ünitesinde tedavi gören hastaların laboratuvar ve klinik verileri geriye dönük olarak analiz edildi. Famotidin kullanan hastalar Grup F (n=30), kullanmayan hastalar Grup C (n=29) olarak adlandırıldı. İnvaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı, 30 günlük mortalite, entübasyon süresi, lenfosit sayısı, ferritin, C-reaktif protein, D-dimer, fibrinojen ve prokalsitonin değerleri karşılaştırıldı. İstatistiksel yöntem olarak Mann-Whitney U testi ve Repeated Measures ANOVA testleri kullanıldı.
BULGULAR: Gruplar arasında klinik verilerden invaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı, 30 günlük mortalite, yoğun bakımda kalış süresi ve entübasyon süresi açısından istatistiksel fark yoktu. Laboratuvar olarak ise lenfosit sayısı, ferritin ve D-dimer değerleri gruplar arasında benzerlik gösterirken C-reaktif protein, Grup F'de 14. güne kadar istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Grup F'de fibrinojen ve prokalsitonin değerleri daha düşüktü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Famotidin tedavisinin yoğun bakımda takip edilen COVID-19 hastalarında invaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı ve 30 günlük mortalite üzerine olumlu etkisi olmadı. Bununla birlikte pıhtılaşma üzerine, inflamasyon sürecine ve sekonder enfeksiyonlara karşı olumlu etkilerinin olabileceğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Because developing a new drug is a lengthy process, the drugs used safely were tried to be repurposed for COVID-19 treatment. In this retrospective study, it was aimed to investigate the effects of famotidine on the mortality, need for invasive mechanical ventilation, and the severity of the disease in patients diagnosed with COVID-19 in the intensive care unit (ICU) by regarding laboratory results.
METHODS: Data of patients treated in the ICU due to COVID-19 were retrospectively analyzed. The patients using famotidine were named Group F (n=30), and the patients not using it were named Group C (n=29). Invasive mechanical ventilation needs, 30-day mortality, intubation time, lymphocyte, ferritin, C-reactive protein (CRP), D-dimer, fibrinogen, and procalcitonin values were compared between groups. Mann–Whitney U-test and repeated measures ANOVA tests were used as statistical methods.
RESULTS: There was no statistical difference between the groups in terms of the need for invasive mechanical ventilation, 30-day mortality, length of stay in the ICU, and intubation time. In the laboratory, lymphocyte count, ferritin and D-dimer values were similar between the groups, while CRP was higher in Group F until the 14th day. Fibrinogen and procalcitonin values were lower in Group F.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Famotidine treatment did not have a positive effect on the need for invasive mechanical ventilation and 30-day mortality in COVID-19 patients followed in the ICU. However, we think that it may have positive effects on coagulation, against the inflammation process and secondary infections.

9.Fetal and Maternal Effects of Amnioinfusion Applied during Delivery in Oligohydramniotic Meconium- Stained Pregnancies
Mustafa Karadeniz, Azize Cemre Öztürk
doi: 10.14744/bmj.2023.63308  Pages 168 - 173
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, mekonyumlu gebelerde doğum sırasında uygulanan amniyoinfüzyonun fetal ve maternal etkilerinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 37 gebelik haftasından büyük, tekil, baş prezentasyonu, servikal dilatasyonu 2 cm’nin üzerinde, normal kalp atım trasesi, zarları açılmış, koyu mekonyumlu ve amniyotik sıvı indeksi 5 cm’nin altında 60 gebe dahil edildi. Bu kriterlere uygun olan hastalar, rastgele olarak 30’u amniyoinfüzyon grubu, 30’u kontrol grubu olarak ayrıldı. Daha sonra hastalara transabdominal devamlı monitörizasyon ve transvajinal amniyoinfüzyon yapıldı.
BULGULAR: Çalışmamızda her iki grup, amniyoinfüzyon yapıldıktan sonra intrapartum olarak maternal ateş, fetal taşikardi ve fetal kalp atım traseleri, uygulanmak zorunda kalınan vakum ekstraksiyon ve sezaryen, APGAR skorları, orofarinks aspirasyonu ve laringoskop ile vokal kord altında mekonyum varlığı ve mekonyum aspirasyon sendromu insidansı yönünden incelendi. Fetal distres nedeniyle operatif girişimde bulunulan hastalar grup 1’de %3 (1/30), grup 2’de %37 (11/30) olarak saptandı ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,002). Grup 1’de birinci dakika APGAR skorları 7’nin altında olanların oranı %10 (3/30), grup 2’de %40 (12/30) olarak bulundu ve anlamlı olarak saptandı (p=0,01). Grup 1’de beşinci dakika APGAR skoru 7’nin altında olan bebek yoktu, grup 2’de ise %24 (7/30) olarak bulundu ve anlamlı olarak değerlendirildi (p=0,01). Grup 1’de orofarinks altında mekonyum varlığı %24 (7/30), grup 2’de %70 (21/30), vokal kord altında mekonyum varlığı da grup 1’de %6 (2/30), grup 2’de %44 (13/30) olarak bulundu ve bu değerlere göre her iki grup arasında istatistiksel olarak oldukça anlamlı fark olduğu tespit edildi (p=0,0006, p=0,002). Altmış doğum sonunda görülen mekonyum aspirasyon sendromu oranı %10 olarak saptandı. Bu hastaların dağılımı ise grup 1’de 0, grup 2’de %20 (6/30) olarak bulundu ve istatistiksel olarak anlamlı olarak değerlendirildi (p=0,02).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Amniyoinfüzyon mekonyum aspirasyonuna bağlı mortalite ve morbiditeyi azaltmayı amaçlayan bir dizi müdahaleden biridir. Klinik çalışmamız pozitif sonuçlar verse de daha sonra randomize kontrollü çalışmalara ve meta-analizlere göre rutin amniyoinfüzyon uygulamasının klinik fayda sağladığı kesinleştirilemedi, fakat prospektif randomize kontrollü çalışmalar desteklenmelidir.
INTRODUCTION: This study aimed to investigate the fetal and maternal effects of amnioinfusion applied during delivery in meconium-stained pregnancies.
METHODS: Sixty singleton pregnancies with cervical dilation >2 cm, normal fetal heart rate, and amniotic fluid index below 5 cm, at or beyond 37 weeks of gestation were included in this study. Thirty patients were randomly assigned to the amnioinfusion group and the other 30 patients formed the control group.
RESULTS: After amnioinfusion was applied to both groups, maternal fever, fetal tachycardia, fetal heart rate tracings, operation rates, Apgar scores, presence of meconium under vocal cords and oropharynx, and incidence of meconium aspiration syndrome (MAS) were evaluated. Patients requiring operative intervention due to fetal distress were 3% (1/30) in Group 1 and 37% (11/30) in Group 2, which was statistically significant (p=0.002). Apgar scores below 7 at 1 min in Group 1 was 10% (3/30), while it was 40% (12/30) in Group 2, which was statistically significant (p=0.01). In Group 1, no infants had an Apgar score below 7 at 5 min, while in Group 2, 24% (7/30) of infants had an Apgar score below 7, which was statistically significant (p=0.01). Meconium under the oropharynx was found to be 24% (7/30) in Group 1 and 70% (21/30) in Group 2, while the presence of meconium under the vocal cords was 6% (2/30) in Group 1 and 44% (13/30) in Group 2, and both of these differences were statistically significant (p=0.0006, p=0.002). The incidence of MAS observed in Group 1 was 0 and 20% (6/30) in Group 2, which was statistically significant (p=0.02).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Amnioinfusion is one of a series of interventions aimed at reducing mortality and morbidity related to meconium aspiration. Although our clinical study showed positive results, randomized controlled trials, and meta-analyses are needed to clarify whether routine amnioinfusion provides clinical benefits, and prospective randomized controlled studies should be supported.

10.Disability in Patients with Spinal Cord Injury and Chronic Renal Failure
Işıl Üstün, Evrim Coşkun, Demet Ofluoğlu, Metin Karataş, Ülkem Çakır
doi: 10.14744/bmj.2023.41275  Pages 174 - 178
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, hemodiyalize giren kronik böbrek yetmezliği hastaları ile omurilik yaralanmasına bağlı paraplejisi olan hastalar arasındaki özürlülük durumlarının karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Düzenli hemodiyaliz tedavisi gören (hemodiyaliz grubu) 30 kronik böbrek yetmezliği hastası (12 kadın, 18 erkek) ve omurilik yaralanmalı 30 paraplejik hasta (parapleji grubu) (22 kadın, 8 erkek) çalışmaya alındı. Diyaliz hastaları ve parapleji hastalarının tüm sosyodemografik özellikleri ve kısa kişisel bilgileri kaydedildi. Her iki grubun engellilik durumu Craig Engellilik Değerlendirme ve Raporlama Tekniği Kısa Formu (CHART-SF) ile analiz edildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması hemodiyalizde 39,40±6,81 yıl, omurilik yaralanması grubunda 36,17±8,92 yıl idi (p>0,05). CHART alt grup analizi hemodiyaliz ve parapleji grubunda şu şekildedir; fiziksel bağımsızlık düzeyi 89,20±21,43 ve 77,87±33,25 (p>0,05); bilişsel değerlendirme 91,97±18,15 ve 77,63±33,25 (p<0,05*); hareketlilik 76,23±11,14 ve 70,10±23,68 (p>0,05); rol ve etkinlik durumu 24,58±35,10 ve 38,75±40,22 (p>0,05); sosyal katılım 70,37±16,30 ve 64,37±22,64 (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemodiyaliz hastalarında fiziksel bir engel durumu olmamasına rağmen, engellilik derecesinin şiddetinin paraplejik hastalar kadar yüksek olduğu düşünülmektedir.
INTRODUCTION: This study aimed to compare the status of disability between chronic renal failure patients who underwent hemodialysis (HD) and patients with paraplegia due to spinal cord injuries.
METHODS: Thirty chronic renal failure patients (12 women and 18 men) who have been receiving regular HD treatment (HD group) and 30 paraplegic patients (Paraplegic group) (22 women and 8 men) defined by Spinal Cord Injury Association were recruited to the study. All sociodemographical characteristics and brief personal information about the dialysis and paraplegic patients were recorded. The disability status was analyzed by Craig Handicap Assessment and Reporting Technique Short Form (CHART-SF).
RESULTS: The mean ages of patients were 39.40±6.81 in HD and 36.17±8.92 years in the spinal cord injury group (p>0.05). According to CHART subgroup analysis, the physical independence level was 89.20±21.43 and 77.87±33.25 (p>0.05); cognitive evaluation was 91.97±18.15 and 77.63±33.25 (p<0.05*); mobility was 76.23±11.14 and 70.10±23.68 (p>0.05); roles and activities status were 24.58±35.10 and 38.75±40.22 (p>0.05); social integration was 70.37±16.30 and 64.37±22,64 (p>0.05); in HD and paraplegic group, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although there is no physically handicapped state in HD patients, the severity of disability level is considered to be as high as in paraplegic patients.

11.Intravitreal Aflibercept Therapy in Intravitreal Bevacizumab/Ranibizumab Treatment-resistant Exudative Age-related Macular Degeneration
Neslihan Sevimli, Abdulkadir Alış
doi: 10.14744/bmj.2023.18199  Pages 179 - 184
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı, yaşa bağlı maküla dejenerasyonu nedeniyle uygulanan intravitreal bevacizumab/ranibizumab tedavisine dirençli olgularda intravitreal aflibercept uygulamasının fonksiyonel ve anatomik sonuçlarını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: En az üç doz intravitreal bevacizumab/ranibizumaba rağmen en iyi düzeltilmiş görme keskinliğinde (EİDGK) artış olmayan veya intraretinal/subretinal sıvıda gerileme olmayan hastalar çalışmaya alındı. Hastaların dosyaları tarandı ve santral maküla kalınlığı (SMK), intraretinal/subretinal varlığı ve pigment epitel dekolmanı (PED) yüksekliği intravitreal aflibercept öncesi, intravitreal aflibercept yüklemesinin üçüncü ayı ve intravitreal aflibercept sonrası birinci yıl kaydedildi ve sonuçlar karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yaş ortalaması 74,2±10,53 yıl olan toplam 31 hasta çalışmaya dahil edildi. İntravitreal aflibercept öncesi orta-lama EİDGK, SMK ve PED yükseklikleri sırasıyla 0,52±0,31 LogMAR, 301,10±76,27 µm ve 130,81±73,72 µm idi. Üç doz intravitreal aflibercept yüklemesinden sonra ortalama EİDGK, SMK ve PED yükseklikleri sırasıyla 0,51±0,28 LogMAR, 262,86±69,74 µm ve 96,00±57,66 µm idi. İntravitreal aflibercept öncesi elde edilen sonuçlara göre SMK ve PED yükseklik değerlerinde anlamlı azalma tespit edildi (p=0,001 ve p=0,006). İntravitreal afliberceptin ilk yılında ortalama EİDGK, SMK ve PED yükseklikleri sırasıyla 0,53±0,33 LogMAR, 257,61±92,05 µm ve 95,61±66,67 µm idi. İntravitreal aflibercept tedavisi öncesi elde edilen değerlere göre SMK ve PED değerlerinde anlamlı azalma oldu (p=0,004 ve p=0,04).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İntravitreal bevacizumab/ranibizumab tedavisine dirençli eksüdatif yaşa bağlı maküla dejenerasyonu hastalarında kısa ve uzun dönemde anatomik sonuçlarda düzelme gözlenirken fonksiyonel başarı değişim tedavisinden etkilenmez.
INTRODUCTION: The objective of the study was to evaluate the functional and anatomical results of intravitreal aflibercept (IVA) in cases resistant to intravitreal bevacizumab (IVB)/ intravitreal ranibizumab (IVR) for exudative age-related macular degeneration (AMD).
METHODS: Patients who did not have an increase in best-corrected visual acuity (BCVA) or intraretinal fluid (IRF)/ subretinal fluid (SRF) fluid regression despite at least three doses of IVB/IVR. The files of the patients were scanned and central macular thickness (CMT), presence of IRF/SRF, and height of pigment epithelial detachment (PED) were recorded before IVA, after 3 months of loading IVA, and 1 year after IVA and compared.
RESULTS: A total of 31 patients with a mean age of 74.2±10.53 were included in the study. The mean BCVA, CMT, and PED heights before IVA were 0.52±0.31 LogMAR, 301.10±76.27 µm, and 130.81±73.72 µm, respectively. After three doses of IVA loading, mean BCVA, CMT, and PED heights were 0.51±0.28 LogMAR, 262.86±69.74 µm, and 96.00±57.66 µm, respectively. A significant decrease was found in CMT and PED height values compared to the results obtained before IVA (p=0.001 and p=0.006). In the 1- year of IVA, mean BCVA, CMT, and PED heights were 0.53±0.33 LogMAR, 257.61±92.05 µm and 95.61±66.67 µm, respectively. There was a significant decrease in CMT and PED values compared to the values obtained before IVA treatment (p=0.004 and p=0.04).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In exudative AMD patients resistant to IVB/IVR treatment, improvement in anatomical results is observed in the short and long term, while functional success is not affected by switch therapy.

12.Do TNF Inhibitors Increase the Frequency of Thyroid Nodules in Axial-spondyloarthritis Patients? A Case–control Study
Esra Dilşat Bayrak, Ilknur Aktaş, Feyza Ünlü Özkan, Irem Buse Kurucu Zeytin, Kemal Sarı, Esin Derin Çiçek
doi: 10.14744/bmj.2023.98216  Pages 185 - 189
GİRİŞ ve AMAÇ: Tümör nekroz faktörü (TNF) inhibitörleri, aksiyel spondiloartropatinin (axSpA) tedavisinde büyük ilerleme kaydetti. TNF inhibitörleri ile ilişkili malignitelerdeki artış her zaman şüphe uyandırmıştır, ancak kanıtlanmamıştır. Bu çalışmanın amacı, TNF inhibitörleri ile tedavi edilen aksiyel spondiloartropati hastalarında tiroid nodül sıklığında artış olup olmadığını araştırmak ve prediktif faktörleri belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif olgu kontrol çalışmasında aksiyel spondiloartropati hastaları TNF inhibitörü kullananlar ve kullanmayanlar olarak iki gruba ayrıldı. Hastalar yaş, cinsiyet, semptom süresi, anti-TNF tedavi süresi, HLA-B27 durumu, sigara içme öyküsü (halen sigara içenler) ve ailede tiroid malignite öyküsüne göre kaydedildi. Tüm hastalara tiroid ultrasonu yapıldı ve tiroid nodülü pozitifliği, sayısı ve nodül özellikleri kaydedildi.
BULGULAR: Aksiyel spondiloartropatili toplam 75 hasta (37 hasta TNF inhibitörü ve 38 hasta kontrol grubundaydı) çalışmaya dahil edildi. Nodül pozitifliği her iki grupta benzerdi (p=0,571) ve tiroid nodülü olan hastalarda malignite saptanmadı. Nodül pozitifliği ile cinsiyet, HLA B27, sigara ve aile öyküsü arasında fark bulunmadı (sırasıyla p=0,10, p=0,10, p=0,726 ve p=0,843). Tüm aksiyel spondiloartropati hastalarında tiroid nodül pozitifliği için tek prediktif faktör yaştı (p=0,009, %95 GA 0,004-0,02).
TARTIŞMA ve SONUÇ: TNF inhibitörleri aksiyel spondiloartropati hastalarında tiroid nodül ve malignite sıklığını artırmaz.
INTRODUCTION: Tumor necrosis factor (TNF) inhibitors have made great progress in the management of axial spondyloarthritis (axSpA). An increase in malignancies associated with TNF inhibitors has always raised suspicions but is unproven. The aim of this study is to investigate whether there is an increase in the frequency of thyroid nodules in axSpA patients treated with TNF inhibitors and to determine the predictive factors.
METHODS: In this retrospective case–control study, axSpA patients who received and did not receive TNF inhibitor treatment were divided into two groups. Patients were enrolled by age, gender, symptom duration, duration of anti-TNF therapy, human leukocyte antigen B27 (HLA-B27) status, smoking history (current smokers), and family history of thyroid malignancy. Thyroid ultrasound was performed in all patients, and thyroid nodule positivity, number, and nodule characteristics were recorded.
RESULTS: A total of 75 patients with axSpA (37 patients were in the TNF inhibitor group and 38 patients were in the control group) were included in the study. Nodule positivity was similar in both groups (p=0.571), and no malignancy was detected in patients with thyroid nodules. No difference was found between nodule positivity and gender, HLA B27, smoking, or family history (p=0.10, p=0.10, p=0.726, and p=0.843, respectively). Age was the only predictor for thyroid nodule positivity in all axSpA patients (p: 0.009, 95% of CI: 0.004–0.02).
DISCUSSION AND CONCLUSION: TNF inhibitors do not increase thyroid nodules or malignancies in axSpA patients.

CASE REPORT
13.Cervical Epidural Ewing’s Sarcoma Presenting with Rapid Progression: A Case Report
Ali Börekçi, Pınar Kuru Bektaşoğlu, Jülide Hazneci, Adnan Somay, Erhan Çelikoğlu
doi: 10.14744/bmj.2023.53824  Pages 190 - 195
Primer ekstraskeletal Ewing sarkomu, yumuşak dokulardan kaynaklanan oldukça nadir bulunan malign bir tümördür. Yirmili yaşlarda daha sık görülür. Yirmi dört yaşında kadın hasta, bir ay içinde gelişen hızlı kilo kaybı, posterior servikal bölgede palpasyon ile ele gelen şişlik, sağ üst ekstremite ağrısı, özellikle sağ üst ekstremite olmak üzere tüm ekstremitelerde kuvvetsizlik, yürüme zorluğu, idrar kaçırma şikayetleri ile kliniğimize başvurdu. Nörolojik muayenesinde sağ üst ekstremite paretikti (3/5). Spinal manyetik rezonans görüntülemede (MRG) belirgin omurilik basısı ile birlikte, C7-T1 seviyesinde epidural kitlesel lezyon saptandı. T1 ve T2 ağırlıklı görüntülerde izointens ve heterojen kontrast tutulumu belirgindi. Nörolojik durumunun hızlı bozulması nedeniyle hasta acil şartlarda opere edildi. Posterior yaklaşım ile kitlesel lezyon gross total olarak eksize edilerek, omurilik dekompresyonu sağlandı. Takiplerinde nörolojik muayenesi normal olarak taburcu edilen hastanın patoloji sonucu Ewing sarkomu ile uyumluydu. Postoperatif birinci ayda, onkolojik tedavinin planlanma esnasında sağ üst ekstremitede tekrar kuvvetsizlik gelişmesi üzerine yapılan MRG’de, C6-T2 seviyesinde omurilik basısına neden olan nüks kitle saptandı. Hasta yeniden ameliyat edilerek nüks kitle rezeksiyonu ve omurilik dekompresyonu yapıldı. Yara iyileşmesini takiben, onkolojik tedavisi başlanarak radyoterapi ve kemoterapi (vinkristin, aktinomisin D, siklofosfamid) ile tedaviye devam edildi. Tedavisinin tamamlanmasının ardından altıncı ay kontrolünde rezidü tümör saptanmadı. Bu olgu, ekstraskeletal Ewing sarkomunda hızlı progresyon ihtimali olabileceğini, erken tanı ve girişimin önemini vurgulamaktadır.
Primary extraskeletal Ewing’s sarcoma is a highly malignant and extremely rare tumor araising from the soft tissues. There is a peak incidence in the second decade of life. A 24-year-old female presented with rapid loss of weight within 1 month, palpable mass lesion in cervical region, right upper limb pain, weakness in all extremities especially in the right upper limb, difficulty in walking, and urinary incontinence. In her neurological examination, her right upper extremity was parethic (3/5). Spinal magnetic resonance imaging (MRI) revealed an epidural mass lesion located at C7-T1 vertebral level, with prominent spinal cord compression. In T1- and T2-weighted images, the tumor was isointense and heterogeneous contrast-enhancement was prominent. An emergency surgery was undertaken because of rapid deterioration of neurological status. A gross total excision was achieved. Early post-operative neurological examination was normal. The pathology report was Ewing’s sarcoma. In her post-operative 1st month, when planning to start oncological treatment, she was referred with right upper extremity paresis and recurrent lesion located at C6-T2 level with spinal cord compression. Urgent surgical intervention was performed due to rapid neurological deterioration. Gross total excision was achieved. Her recurrent pathology was also consistent with Ewing’s sarcoma. Oncological treatment was planned with radiotherapy and chemotherapy (Vincristine, actinomycin D, and cyclophosphamide). A repeat MRI was performed at the completion of her treatment which showed no residual tumor at 6th month after surgery. This case highlights the possibility of rapid progression in extraskeletal Ewing’s sarcoma and the importance of early diagnosis and intervention.

REVIEW
14.Chronic Inflammatory Demyelinating Polyradiculoneuropaty: Post-Pandemic Review
Hilal Taştekin Toz
doi: 10.14744/bmj.2023.48278  Pages 196 - 202
Kronik inflamatuvar demiyelinizan poliradikülonöropati, bağışıklık sisteminin kronik bir süreçte rol oynadığı, edinsel ve özürlülük oluşturabilen bir periferik sinir sistemi hastalığıdır. Hastalık uzun yıllardır bilinmesine rağmen ilk ciddi tanımı 1958 yılında James Austin tarafından yapılmış, hastalığın nükslerle ilerleyerek kortikosteroid tedavisine yanıt verdiği ve bu kliniğin altında yatan nedenin segmental demiyelinizasyon olabileceği bildirilmiştir. Bu makalede, hastalığın patofizyolojisi ve tedavisi hakkında elde edilen yeni bilgiler ışığında, 2019 yılı koronavirüs hastalığı pandemisi (COVID-19) sonrası tedavi stratejilerindeki değişiklikler ve 2021 yılında European Academy of Neurology/Peripheral Nerve Society (EAN/PNS)’nin elektrofizyolojik tanı kriterlerinde yaptığı güncelleme sonrası bir gözden geçirme amaçlandı.
Chronic inflammatory demyelinating poly(radiculo)neuropathy is an acquired and disabling peripheral nervous system disease in which the immune system plays a role in a chronic process. Although the disease has been known for many years, its first serious definition was made by James Austin in 1958 and it was reported that the disease progressed with recurrences, responded to corticosteroid therapy and that the underlying cause of this clinic may be segmental demyelinization. In this article, in the light of the new information obtained about the pathophysiology and treatment of the disease, it is aimed to review the changes in treatment strategies after the coronavirus pandemic in 2019 (COVID-19) and the update of the electrophysiological diagnostic criteria of the European Academy of Neurology/Peripheral Nerve Society (EAN/PNS) in 2021.

LookUs & Online Makale