ISSN 2149-0287
Bosphorus Medical Journal - Bosphorus Med J: 8 (3)
Volume: 8  Issue: 3 - 2021
1.Frontmatters

Pages I - IX

ORIGINAL RESEARCH
2.Investigation of the Relationship of IL-17 Gene Variants with Rheumatic Heart Disease
Ayşegül Başak Akadam Teker, Erhan Teker
doi: 10.14744/bmj.2021.02997  Pages 123 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: Romatizmal kalp hastalığı (RKH), streptokokal boğaz enfeksiyonunun neden olduğu romatizmal ateşten (RA) kaynaklanır. RA geçiren hastaların %3-6’sı RKH’ye dönüşmektedir. Son çalışmalar yakın zamanda tanımlanmış yeni bir efektör T hücre hattı olan Th17 hücrelerinin RKH patogenezinde rol oynadığını göstermiştir. Hücresel ve humoral immün tepkilerin aracılık ettiği konakçı oto-reaktivitesinin RKH gelişiminde rol oynadığı bilinmektedir ve bu süreçteki başrol oyuncuları interlökin (IL)-17 gibi gözükmektedir. RKH patogenezindeki bu merkezi role karşın IL-17 varyantları ile ilişkili çalışma sayısı oldukça sınırlıdır. Dahası Türk toplumunda bu konu ile ilişkili hiç veri bulunmamaktadır. Bu nedenle, bu çalışmada RKH patogenezinde IL-17A rs2275913, IL-17F rs763780 polimorfizmlerinin ilişkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu vaka-kontrol çalışmasında 390 kadın bireyden oluşan çalışma grubu (170RKH/220kontrol) IL-17A rs2275913, IL-17F rs763780 gen varyantları TaqMan 5’ Allelik Ayrım Testi yöntemi kullanılarak incelenmiştir.

BULGULAR: Çalışma grupları arasında IL-17A rs2275913 genotip dağılımları istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0.010).Ek olarak, IL-17A rs2275913 AA genotipi hem tek kapak lezyonlarında (p=0.021) hem de kombine kapak lezyonlarında(p=0.038), kontrol gurubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak daha fazlaydı. IL-17F rs763780 varyanrı RKH patogenezi ile hiçbir ilişki göstermedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulgularımıza dayanarak, IL-17A rs2275913 varyantının hem RKH patogenezinde hem de şiddetinde etkili olduğunu ve yüksek duyarlılığı tanımlamada ciddi bir ilişki tespit ettiğimizi bildirmek isteriz. Türk toplumunda IL-17A rs2275913 varyantlarının duyarlı bireylerin belirlenmesi açısından uygun bir biobelirteç olarak önerilebileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Rheumatic heart disease (RHD) results from rheumatic fever (RA) caused by streptococcal throat infection. 3-6% of patients with rheumatic fever turn into RHD. Recent studies have shown that Th17 cells, a newly identified new effector T cell line, play a role in the pathogenesis of RHD. Host auto-reactivity mediated by cellular and humoral immune responses is known to play a role in RHD development, and interleukin (IL)-17 appears to be the leading actors in this process. Despite this central role in RHD pathogenesis, the number of studies on IL-17 variants is very limited. Moreover, there is no data related to this issue in Turkish society. Therefore, in this study, we aimed to investigate the relationship between IL-17A rs2275913 and IL-17F rs763780 polymorphisms in the pathogenesis of RHD.
METHODS: In this case-control study, the study group consisting of 390 women (170RHD/220 control) IL-17A rs2275913, IL-17F rs763780 gene variants were examined using the TaqMan 5 'Allelic Discrimination Test method.
RESULTS: The IL-17A rs2275913 genotype distributions among study groups were statistically significant (p=0.010). In addition, the IL-17A rs2275913 AA genotype was found in both single valve lesions (p=0.021) and combined valve lesions (p=0.038). It was statistically higher compared to the group. IL-17F rs763780 variants showed no association with RHD pathogenesis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Based on our findings, we would like to report that the IL-17A rs2275913 variant is effective in both the pathogenesis and severity of RHD, and that we found a serious correlation in defining high sensitivity. We think that IL-17A rs2275913 variants can be recommended as a suitable biomarker for the identification of susceptible individuals in the Turkish population.

3.Evaluation of Clinical Results of Three Different Treatment Groups in the Patients with Moderate (Stage 2-3) Osteoarthritis
Güzelali Özdemir, Barış Yılmaz, Kenan Bayrakçı, Erman Ceyhan, Uğur Günel
doi: 10.14744/bmj.2021.98698  Pages 131 - 137
GİRİŞ ve AMAÇ: Kellgren-Lawrence sistemine göre evre 2 ve 3 diz osteoartrit olan olgular için intraartiküler hyaluronik asit enjeksiyonu ve artroskopik debridman uygulanmasının güvenilirliği ve etkinliğini göstermek amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Diz ağrısı ile başvuran osteoartritli 113 olgu, rastgele üç gruba ayrıldı. İlk gruba intraartiküler hyaluronik asit enjeksiyonu, ikinci gruba artroskopik debridman ve üçüncü gruba her ikisi birden uygulandı. Olgular tedaviden hemen önce ve tedavi sonrası ilk üç ay aylık, daha sonra üç ayda bir Lysholm Diz Skorlama Skalası ve Vizüel Analog Skala ile değerlendirildiler.

BULGULAR: Olguların %82,3’ü (n=93) kadındı. Gruplar arasında BMİ ve yaş açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Tüm tedavi gruplarında başlangıç değerlerine göre takipler boyunca VAS ve Lysholm skalası puanlarında anlamlı düzelme saptandı. Bu durum ilk üç ayda daha hızlı gerçekleşmekte, 3. ve 6. aylar arasında gelişme durarak bir plato çizmekte ve sonrasında başlangıca göre değerler pozitif olmasına rağmen azalma eğilimi göstermektedir. Cinsiyete göre Lysholm skalası puanlarına bakıldığında tedavi sonrası 3, 6, 9, 12. aylarda erkeklerde Lysholm skalası puanları istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla bulundu. Olgularımızda tedavi süreleri boyunca herhangi bir komplikasyon gözlenmedi. Menisküs yırtığı durumu, plika varlığı ve ACL’nin sağlam veya yırtık olması ile VAS ve Lysholm skala puanları arasında bir ilişki saptanmadı. Tek anlamlı bulgu synoviyal hipertrofisi olanlarda saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Artroskopik debridmanın tek veya intraartiküler hyaluronik asit enjeksiyonu ile birlikte uygulanmasının etkili bir tedavi olduğu sonucuna vardık. Bu olgu grubu için intraartiküler hyaluronik asit eklem içi enjeksiyonunun tercih edilmesi gerektiğini, sonraki takiplerinde 3-6. aya kadar anlamlı düzelme görülmez ise artroskopik debridman uygulamasının planlanması gerektiği kanaatindeyiz. Yine aynı olgu grubu için artroskopik debridman uygulaması tercih edilebilecek bir diğer tedavi seçeneğidir. Artroskopik girişim sırasında eklem kıkırdaği hasarı saptanır ise, postoperatif dönemde hyaluronik asit enjeksiyonu yapılmasının fonksiyonel skorları daha da iyiye götüreceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: The aim of this study is to analyze the effectiveness of intraarticular hyaluronic acid injection and arthroscopic debridement for stage 2 and 3 osteoarthritides of the knee based on the Kellgren-Lawrence system.
METHODS: One hundred and thirteen patients with knee pain complaints diagnosed as osteoarthritis were divided randomly into three groups. The first group was treated with intraarticular hyaluronic acid injection the second group was treated with arthroscopic debridement operation and for the last group, both procedures were performed. The patients were evaluated with Lysholm Knee Score and Visual Analogue Scale just before and 3 months after the treatment. The evaluation has continued every 3 months for the rest of the year.
RESULTS: About 82.3% (n=93) of the patients were female. There was no significant statistical difference between the groups according to age and Body Mass Index. All the three groups had significant improvement in the Visual Analog Scale (VAS) and Lysholm Scale compared with the starting values. This improvement especially occurred in the first 3 months, then stopped and entered a plateau phase between the 3 and 6 months. After the 6 month a decline phase starts although the values are still positive compared to starting ones. According to sex, the Lysholm scale values of male patients were statistically significantly higher at the 3, 6, 9, and 12 month. During the treatment period, no complications were observed among the patients. The existence of torn meniscus, plica, or injured or intact ACL did not influence the VAS and Lysholm values. The only significant score change was observed in patients with synovial hypertrophy.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We observed that arthroscopy alone or with additional hyaluronic acid injection after the operation is an effective treatment for knee osteoarthritis. For our selected patient group the first treatment option is intraarticular hyaluronic acid injection. If there is no significant improvement at the 3 and 6 months follow-up period an arthroscopic debridement procedure should be performed. If any cartilage injury is obtained during arthroscopic intervention we think that postoperative intraarticular hyaluronic acid improves functional scores.

4.Investigating the Consistency Between Pre-Operative Planning and Surgical Implementation for Degenerative Lumbar Spine Surgery
Serdar Alfidan, Can Kosay, Barış Yılmaz, Ömer Akçalı
doi: 10.14744/bmj.2021.33043  Pages 138 - 145
GİRİŞ ve AMAÇ: Ameliyat öncesi bulgulara göre yapılan ameliyat öncesi planlama ile ameliyat sırasında yapılan girişimler arasındaki ilişkiyi kurmayı ve araştırmayı hedefliyoruz.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya dört Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı tarafından ameliyat edilmesine karar verilen dejeneratif lomber omurga bozukluğu olan 16 hasta dahil edildi. Hastalar için dahil edilme kriterleri iki yönlüydü: lomber bölgede dejeneratif temelde ameliyat gerektiren omurga bozukluğunun gelişimi ve en azından cerrahlar tarafından posterior spinal enstrümantasyonun dikkate alınması. Doğuştan, travmatik, patolojik ve enfektif etiyolojilere sekonder gelişen omurga bozuklukları çalışma dışı bırakıldı. Tüm hastaların ameliyatlarında Titanyum Alaşımlı (Ti-6A1-4V) spinal enstrümantasyon setleri kullanıldı. Çalışma için standart istatistiksel analiz sağlamak amacıyla hasta şikayetleri, klinik bulgular, radyografik inceleme sonuçları ve planlanan ameliyatla ilgili 162 sorudan oluşan değerlendirme formu hazırlandı.
BULGULAR: Diskektomi, laminektomi, flavum eksizyonu ve posterior spinal enstrümantasyon müdahaleleri için güçlü bir kappa tutarlılığı bulundu. Foraminotomi ve foraminektomi için orta düzeyde kappa tutarlılığı bulundu. Topallama ve radikülopati bulgularının preoperatif planlamada tamamen yetersiz olduğu; manyetik rezonans görüntüleme ile yorumlanan spinal kanal daralması bulguları ise ameliyat öncesi planlamada oldukça etkili oldu. Son olarak lomber omurga bölgesinin L5-S1 seviyesi için yapılan ameliyat öncesi planlamanın lomber omurga bölgesinin diğer seviyelerine göre çok daha tutarsız olduğu belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kladikasyo ve radikülopati bulgularının planlamaya katkısı yoktu, ancak manyetik rezonans görüntüleme bulguları değerliydi. Herhangi bir cerrahi seviyede foraminotomi ve foraminektomi yapılmasının veya ameliyat öncesi planlama ile L5-S1 seviyesinde uygulanacak herhangi bir cerrahi prosedürün belirlenmesinin potansiyel olarak hata içerdiği bulundu.

INTRODUCTION: We aim to establish and investigate the correlation between the pre-operative planning performed based on the pre-operative findings and the interventions performed during the surgery.

METHODS: Sixteen patients with degenerative lumbar spine disorder who decided to be operated on by four orthopedics and traumatology specialists were included in the study. The inclusion criteria for patients were 2-fold: Development of spine disorder requiring surgery in the lumbar region on a degenerative basis and consideration of posterior spinal instrumentation at least in a level by the surgeons. Spine disorders developing secondary to congenital, traumatic, pathological, and infective etiologies were excluded from the study. Titanium alloy (Ti-6A1-4V) spinal instrumentation sets were used in the surgeries of all patients. To provide standard statistical analysis for the study, an assessment form consisting of 162 questions related to the patient complaints, clinical findings, results of radiographic examination, and the surgery planned was prepared.
RESULTS: A strong kappa consistency was also found for interventions of discectomy, laminectomy, flavum excision, and posterior spinal instrumentation. An intermediate kappa consistency was found for foraminotomy and foraminectomy. It was found that findings of claudication and radiculopathy were completely inefficient in pre-operative planning; on the other hand, findings of the narrowing of the spinal canal interpreted with magnetic resonance imaging were highly efficient in pre-operative planning. Finally, it was determined that pre-operative planning performed for the level of L5-S1 of the lumbar spine region was much more inconsistent compared to the other levels of the lumbar spine region.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Findings of claudication and radiculopathy had no contribution to the planning, but the magnetic resonance imaging findings were valuable. Performing foraminotomy and foraminectomy at any surgical level or determining any surgical procedure that would be performed at the L5-S1 level with a pre-operative planning were found to potentially contain error.


5.Barrier Protective Effect of the Cream Consisting of a Mixture of Zinc and Silver in the Treatment of Diabetic Foot Wounds
Hasan Murat Arslan, Perçin Karakol
doi: 10.14744/bmj.2021.29291  Pages 146 - 153
GİRİŞ ve AMAÇ: Diabetes mellitus, artan serum glukozu ile çok çeşitli hücre tiplerine zarar veren endokrin bir hastalıktır. Hastalığın komplikasyonlarından biri olan diyabetik ayak ülserleri en bilinenleridir. Önemli morbidite ve mortalite ile sonuçlanan bu ülserler, diyabetli hastaların %25'ini yaşamları boyunca etkilemektedir. Diyabetik ayak ülserleri, iyileşmeye karşı dirençleri nedeniyle bir sağlık sorunudur. Bu nedenle bu hastalık için geliştirilecek yeni ve iyi bir ilaç büyük önem taşımaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada diyabetik ayak hastalarına (n=25) gümüş ve çinko içeren krem uygulandı.
BULGULAR: Bu çalışmanın bulguları, diyabetik ayakta gümüş ve çinkodan zengin uygulamanın antimikrobiyal özelliklerini ortaya koydu. Yara iyileşmesi üzerinde önemli etkiler 1 hafta, 2 hafta, 1 ay, 3 ay ve 6 ayda yapılan takiplerle gösterilmiştir. Bu süreçte yan doku ve yara derinliği gibi özelliklere göre yara özellikleri değerlendirildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Veriler, kremin klinikte kullanılabilecek bir tedavi edici tedavi aracı olduğunu belirtti.
INTRODUCTION: Diabetes mellitus is an endocrine disease that damages a wide variety of cell types with increased serum glucose. Diabetic foot ulcers, one of the complications of the disease, are the most well-known. These ulcers, which result in significant morbidity and mortality, affect 25% of patients with diabetes during the lifetime. Diabetic foot ulcers are a health problem due to their resistance to healing. Therefore, a new and good drug to be developed for this disease is of great importance.
METHODS: In this study, a cream containing silver and zinc was applied to diabetic foot patients (n=25).
RESULTS: The findings of this study revealed the antimicrobial properties of the application rich in silver and zinc in the diabetic foot. Significant effects on wound healing were demonstrated by follow-up at 1 week, 2 weeks, 1 month, 3 months, and 6 months. In this process, wound characteristics were evaluated based on features such as side tissue and wound depth.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Data stated that the cream is a therapeutic treatment tool that can be used in the clinic.

6.Neutrophil/Lymphocytes Ratio in Acute Ischemic Stroke
Funda Alparslan, Eren Gözke
doi: 10.14744/bmj.2021.36854  Pages 154 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: Nötrofil ve lenfosit sayılarının inflamatuar yanıtta ve aterosklerotik süreçte rol oynadığı bilinmektedir. Nötrofil/lenfosit oranı (NLO) seviyesinin yüksekliği kardiyovasküler hastalıklarda ve aterosklerozda prognoz, hastalık şiddeti ve mortalite ile ilişkilidir. Bu çalışmada, NLO’nun akut iskemik inme (Aİİ) hastalarında yükselip yükselmediğinin, yaş ve cinsiyete göre değişiminin, lezyon boyutu ve tutulum tipi ile ilişkisinin ve kısa dönem prognoz üzerindeki etkisinin araştırılması amaçlandı.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Aİİ tanısı alan 174 hasta çalışmaya alındı. Hastaların mevcut dosyaları taranarak, anamnez bilgileri, fizik ve nörolojik muayeneleri, kronik hastalık öyküleri, antiagregan ve antikoagülan kullanıp kullanmadıkları, hemogram kolesterol paneli, rutin biyokimya tetkikleri, kraniyal BT ve MRG bulguları incelendi. Hastalar Bamford ve TOAST sınıflandırmasına göre olarak gruplandırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınanların 88’i (%50.9) kadın, 86’sı (%49.1) erkek ve yaş ortalamaları 73.8 ± 10.5 yıl idi. Aİİ hastalarında NLO referans değerlere göre anlamlı düzeyde yüksek saptandı. Hastalar kendi içinde değerlendirildiğinde yaş arttıkça NLO artıyordu. Erkeklerde 50-59 ve 60-69 yaş gruplarında NLO daha yüksek bulundu.Yetmiş yaş ve üzerinde cinsiyet farkı bulunmadı. TACI grubunun NLO değerleri diğer gruplara göre anlamlı oranda yüksek saptandı. Eksitus olan hastaların NLO değerleri diğer hastalardan anlamlı oranda yüksek bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aİİ olgularında NLO değeri yükselmektedir ve yaş artışı, erkek cinsiyet ve geniş infarkt alanı olması bu yükselme ile korelasyon göstermektedir. NLO’nun kısa dönem mortalite ile olan ilişkisi, prognoz için prediktif bir değer taşıdığını ortaya koymaktadır.
INTRODUCTION: Neutrophil and lymphocyte numbers are known to play a role in the inflammatory response and in the atherosclerotic process. The elevated level of neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) is associated with prognosis, disease severity and mortality in cardiovascular diseases and atherosclerosis. In this study, we aimed to investigate whether NLR changed in acute ischemic stroke (AIS) patients, whether there was a relationship between NLR and lesion size, type of involvement, age, sex, and whether NLR had effect on short term prognosis.

METHODS: One hundred and seventy-four patients admitted with AIS diagnosis were included in the study. Patients’ existing files were screened for anamnesis, physical and neurological examinations, chronic illness history, antiplatelet and anticoagulant use, complete blood count, cholesterol panel, routine biochemical examinations, cranial Computed Tomography and Magnetic Resonance Imaging findings. Patients were grouped according to Bamford classification and TOAST classification.
RESULTS: Of the participants, 88 (50.9%) were female, 86 (49.1%) were male and the mean age was 73.8 ± 10.5 years. NLR was significantly higher in patients with AIS in terms of normal reference values. When patients were assessed within themselves, NLR increased as age increased. In the 50-59 and 60-69 age groups, NLR was higher in males. No gender difference was found over 70 years old patients. The NLR values of the total anterior circulation infarct group were significantly higher than the other groups (p=0.011; p=0.038; p=0.001). The NLR values of the patients with exitus were meaningfully higher than the surviving patients (p=0.006).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The NLR value is elevated in patients with AIS and correlates with increased age, male gender and wide infarct area. Higher NLR seems to predict short-term mortality and may be used as a prognostic tool.


7.Effect of Intravitreal Antivegf Injection on Intraocular Pressure in the Early Period
Ayşe Sönmez, Murat Garlı, Sevda Aydın Kurna, Banu Açıkalın
doi: 10.14744/bmj.2021.61687  Pages 160 - 164
GİRİŞ ve AMAÇ: İntravitreal olarak, bevasizumab, aflibersept ve ranibizumab kullanıma hazır enjektör sistemi ile yapılan enjeksiyon sonrası erken dönemde saptanan göz içi basıncı (GİB) değişikliklerini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yaşa bağlı makula dejenerasyonu (YBMD), diyabetik maküler ödem (DMÖ) ve retinal ven oklüzyonu (RVO) tanısı ile antivegf tedavisi uygulanan 39 hastanın 39 gözü çalışmaya dahil edildi. GİB değerleri, enjeksiyondan hemen önce, enjeksiyondan bir dakika, 30 dakika ve 60 dakika sonra Tono-pen (AVIA, Reichert, USA) ile ölçüldü.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 66.08±10.18 idi. YBMD tanılı 19, DMÖ tanılı 16 ve RVO tanılı 4 hasta çalışmaya dahil edildi. Olguların %25.6’sına (n=10) aflibersept, %35.9’una (n=14) bevasizumab ve %38.5’ine (n=15) ranibizumab kullanıma hazır enjektör sistemi ile intravitreal tedavi uygulanmıştır. Hastaların enjeksiyondan önce ölçülen ortalama GİB değeri aflibersept, bevasizumab ve ranibizumab için sırasıyla 17.36±3.99, 19.94±2.83 ve 17.33±4.04 mmHg idi. Enjeksiyon öncesine göre 60.dk GİB ölçümlerindeki değişim anlamlı değilken, 1.dk ve 30.dk GİB ölçümlerindeki artış istatistiksel anlamlı bulunmuştur (p<0.01). Uygulanan antivegf ajana göre 1.dk ve 30.dk GİB ölçümleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0.05). Bevasizumab kullananların 60.dk GİB ölçümleri, ranibizumab kullananlardan daha yüksek bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İntravitreal olarak uygulanan antivegf ajanlar, erken dönemde ani ve geçici GİB yükselmesine yol açabilir. Özellikle glokom hastalarında mükerrer uygulamalar hastaların glokom hasarını derinleştirebilir. Tek kullanımlık hazır enjeksiyon sistemleri ile ilacın kullanılacak hacmi daha kontrollü olarak verilebilir. Bu sayede enjeksiyon esnasında oluşan ani GİB yüksekliğinin, hatalı fazla hacim kullanılmasının önüne geçilerek sınırlandırılabileceği pratikte düşünülse de çalışmamız da fark saptanmamıştır.
INTRODUCTION: This study aims to evaluate the intraocular pressure (IOP) changes detected in the early period after intravitreal injection with bevacizumab, aflibercept and ranibizumab pre-filled syringe system.
METHODS: 39 eyes of 39 patients with age-related macular degeneration (AMD), diabetic macular edema (DME) and retinal vein occlusion (RVO) who were treated with intravitreal antivegf agents were included in this study. IOP values were measured with Tono-pen (AVIA, Reichert, USA) just before injection, 1 minute, 30 minutes and 60 minutes after injection.
RESULTS: The mean age of the patients was 66.08±10.18. 19 patients with AMD, 16 patients with DME and 4 patients with RVO were included in this study. 25.6% (n=10) of the cases were treated with intravitreal aflibercept, 35.9% (n=14) with bevacizumab and 38.5% (n=15) with ranibizumab pre-filled syringe system. The mean IOP value of the patients measured before injection was 17.36±3.99, 19.94±2.83 and 17.33±4.04 mmHg for aflibercept, bevacizumab, and ranibizumab, respectively. While the change in IOP values measured at 60 minutes after the injection compared to the pre-injection values was not significant, the increase in IOP measurements at 1 minute and 30 minutes after the injection was statistically significant. IOP values measured at 1st and 30th minute were not significant according to the antivegf agent types.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Antivegf agents administered intravitreally may cause sudden and temporary IOP elevation in the early period. Repeated applications, especially in glaucoma patients, may increase the glaucomatous damage of the patients. The amount of the intravitreal agent can be given in a more controlled way with disposable prefilled syringe systems. Although it is thought in practice that the sudden IOP elevation that occurs during an injection can be prevented by avoiding the use of excessive amounts, there was no significant difference in our study.


CASE REPORT
8.A Hypoglycemia Case with Increased Seizures Due to Levetiracetam Use
Ahmet Demir, Zeynep Aydın, Ayşe Destina Yalçın
doi: 10.14744/bmj.2021.36025  Pages 165 - 167
Levetirasetam (LEV) merkezi sinir sistemi ve endokrin dokularda bulunan sinaptik vezikül 2A proteinine bağlanarak etki gösteren, fokal ve jeneralize epilepsilerde tercih edilebilen yeni kuşak anti-nöbet ilacıdır. Bulantı, baş ağrısı, sersemlik, yorgunluk, somnolans, davranış değişikliği, psikiyatrik bozukluk gibi yan etkileri mevcuttur. Aynı zamanda az sayıda çalışmada levetirasetamın testesteron ve östrojen sekresyonunu arttırarak endokrin fonksiyonları etkilediği tespit edilmiştir. Yirmi altı yaşında, daha önce epilepsi tanısı olan erkek hasta bayılmalar ve kasılmalar nedeniyle kliniğimize başvurdu. Aynı zamanda reaktif hipoglisemi tanısı da olan hastanın LEV tedavisi altında hipoglisemiye bağlı olarak gelişen bayılmalarının arttığı dikkat çekiciydi. Bu nedenle hastanın LEV tedavisi kesilerek 2000 mg/gün valproik asit başlandı. Bu tedavi altında dört yıldan uzun bir süre izlenen hastanın hipoglisemiye bağlı olarak gelişen bayılmalarının tekrarlamadığı ve aynı zamanda jeneralize konvülsiyonlarının da olmadığı görüldü. Hipoglisemi, LEV kullanımına bağlı olarak görülebilen nadir yan etkilerinden birisidir. Olgumuzda LEV’in hastanın mevcut hipoglisemisinde artışa yol açtığı ve özellikle hastanın nöbetlerini tetiklediği izlenmiştir. LEV kullanımını takiben hastanın nöbetlerinde veya yakınmalarında artış görüldüğü durumlarda, hastanın LEV kullanımına bağlı olarak hipoglisemisinin tetiklenebileceği ve epileptik nöbetlerinde artış olabileceği akla getirilmelidir.
Levetiracetam (LEV) is a new generation anti-seizure drug that acts by binding to the synaptic vesicle 2A protein found in the central nervous system and endocrine tissues, and can be preferred in focal and generalized epilepsies. It has side effects such as nausea, headache, dizziness, fatigue, somnolence, behavioral change, psychiatric disorder. Also, few studies have found that levetiracetam affects endocrine functions by increasing testosterone and estrogen secretion. Twenty-six-year-old male patient with a previous diagnosis of epilepsy was admitted to our clinic with fainting and convulsions. It was noteworthy that the patient, who was also diagnosed with reactive hypoglycemia, increased fainting due to hypoglycemia under levetiracetam treatment. Therefore, the patient's levetiracetam treatment was discontinued and 2000 mg/day valproic acid was started. It was observed that fainting due to hypoglycemia did not recur and also did not have generalized convulsions. Hypoglycemia is one of the rare side effects that can be seen due to LEV use. In our case, it was observed that LEV caused an increase in the patient's existing hypoglycemia and especially triggered the patient's seizures. In cases where the patient's seizures or complaints increase following LEV use, it should be kept in mind that hypoglycemia may be triggered and an increase in epileptic seizures may occur due to the use of LEV.

9.A Potentially Fatal Tissue Defect That Reveals the Cardiac Implantable Electronic Device
Perçin Karakol, Tevfik Balıkçı, Mehmet Bozkurt
doi: 10.14744/bmj.2021.93898  Pages 168 - 172
Son dönem kalp yetmezliğinin tedavisinde, kardiyak cihaz implantasyonu uygulamaları, son derece hız kazanarak devam etmektedir. Uygulamalar arttıkça, komplikasyon oranları da artmıştır. Gerek çocuk hastalar için ebat olarak büyük olması ve basıya bağlı çevre dokuları etkilemesi, gerekse enfeksiyon, kanama gibi sistemik komplikasyonlar bunlar arasında yeralmaktadır.
Bu olgumuz, sol ventriküler destek cihaz (LVAD) takılması sonrasında sol torakolateral doku defekti ve cihaz açıklığı oluşmuş 11 yaşında erkektir. Tedavisinde, kısmi latissimus dorsi (LD) miyokutaneus flebi yapılmış, postoperatif komplikasyon yaşanmamıştır. Tüm dünyada kalp nakli için uygun donörler, genelde erişkin olduğu için, hastanın nakile yönelik zaman kazanması sağlanmıştır. Bu flebin, bu tip doku defektlerinde kolay ve güvenilir olduğu kanısındayız. Cihaz değişimi de mortal bir durum olabildiği için defekt ivedi bir şekilde uygun, yeterli kalınlıkta ve vaskularitede bir doku ile örtülmesi sağlanmıştır.
In the treatment of end-stage heart failure, cardiac device implantation applications continue at an extremely rapid pace. As the applications increased, the complication rates also increased. These include its large size for pediatric patients and its impact on surrounding tissues due to compression, as well as systemic complications such as infection and bleeding.
This case is an 11-year-old male with a left thoracolateral tissue defect and device opening after left ventricular assist device implantation. In the treatment, a partial latissimus dorsi myocutaneous flap was performed and no postoperative complications were experienced. As the donors suitable for heart transplantation are generally adults all over the world, the patient has gained time for the transplant. We believe that this flap is easy and safe for this type of tissue defects. As device replacement can also be a mortal condition, the defect was immediately covered with a suitable tissue of sufficient thickness and vascularity.

10.A Rare Case of Vasculopathy: Susac Syndrome
Didem Girgin, Murat Çabalar, Hacı Ali Erdoğan, Ismail Umut Onur, Kamil Hakan Kaya, Ebru Temiz, Vildan Yayla
doi: 10.14744/bmj.2021.26056  Pages 173 - 176
Susac sendromu (SS), ensefalopati, retinopati ve işitme kaybı ile karakterize nadir bir hastalıktır. Tanıda akla gelmeli ve vaskülopati ayırıcı tanısında dikkate alınmalıdır. Hastalığın ilerlemesini durduracağından ve kalıcı sakatlığı önleyebileceğinden erken tanı önemlidir. Bu vaka sunumunda, SS tanısı alan 32 yaşında erkek bir hastada erken tanının önemi, tanı kriterleri ve tedavide kullanılan steroid ve diğer sitotoksik ilaçların kombinasyonu da dahil olmak üzere agresif bir terapötik yaklaşımın önemi vurgulandı.
Susac syndrome (SS) is a rare disease characterized by encephalopathy, retinopathy and hearing loss. It should be considered in diagnosis and should be taken into consideration in the differential diagnosis of vasculopathy. An early diagnosis which can stop the progression of the disease and prevent permanent disability is important. Herein, we reported a case of Susac syndrome in a 32-year-old man. We emphasized the importance of early diagnosis, the criteria for diagnosis, and the importance of an aggressive therapeutic approach, including a combination of steroids and other cytotoxic drugs.

11.Purple Bag Urinary Syndrome: A Rare Clinical Condition
Jülide Sayın Kart, Banu Çevik, Elif Bombacı, Kemal Tolga Saraçoğlu
doi: 10.14744/bmj.2021.18894  Pages 177 - 179
Mor idrar torbası sendromu (MİTS), idrar sondasında mevcut olan bakteriyel kolonizasyon nedeniyle triptofan metabolizmasıyla açığa çıkan indigo (mavi) ve indirubin (kırmızı) pigmentlerin polivinil klorür (PVC) içeren materyal ile etkileşimi ile karakterize nadir görülen bir klinik durumdur. Bu sendromun klinisyenler tarafından çok iyi tanınamaması izlenecek tedavi yöntemleri konusunda çelişkilere neden olmaktadır. Bu sunumda MİTS gelişen kritik bir hastanın sunulması ve konu ile ilişkili literatürün gözden geçirilmesi amaçlamaktadır.
Purple urine bag syndrome (PUBS) is a rare clinical condition characterized by the interaction of indigo (blue) and indirubin (red) pigments with polyvinyl chloride (PVC) containing material, which is released by tryptophan metabolism due to bacterial colonization in the urinary catheter. This syndrome is not well recognized by clinicians, so the management of these patients is a challenge. We aimed to represent a critically ill patient developing PUBS and review the existing literature.

12.A Rare Side Effect: Statin Induced Autoimmune Necrotizing Myopathy
Tuba Nazlıgül, Ilknur Aktaş, Feyza Ünlü Özkan, Pınar Akpınar, Eren Gözke
doi: 10.14744/bmj.2021.25743  Pages 180 - 182
Statin ilişkili otoimmün nekrotizan miyopati nadir görülen bir yan etki olup immünsupresif tedavi gerektirir. Statin tedavisinin kesilmesiyle düzelmeyen proksimal kas güçsüzlüğü ve kreatin kinaz yüksekliği, kas nekrozu ve yüksek anti-HMGCR (3-hidroksi 3-metilglutaril koenzim-A redüktaz) otoantikorunun bulunması statine bağlı diğer kas iskelet yan etkilerinden ayırt edici özellikleridir. Burada, statin kullanan ve otoimmün nekrotizan miyopati tespit edilen bir olgu sunulmuştur.
Statin induced necrotizing autoimmune myopathy is a rare side effect and requires immunosuppressive therapy. Persistence of proximal muscle weakness and elevated creatine kinase level despite statin discontinuation, muscle necrosis and elevated anti-HMGCR (3-hydroxy 3-methyl glutaryl coenzyme A reductase) autoantibodies are distinguishing features from other statin related musculoskeletal side effects. In this report, a case using statin and diagnosed with autoimmune necrotizing myopathy is presented.

REVIEW
13.Complementary Therapies in Cerebral Palsy
Pınar Akpınar
doi: 10.14744/bmj.2021.32448  Pages 183 - 187
Serebral Palsi’de (SP) fizik tedavi ve rehabilitasyon uygulamaları, fiziksel yetersizliğin çocuğun gelişimindeki olumsuz etkilerini en aza indirgeyip çocuk ve ailenin yaşam kalitesini yükselterek çocuğun bağımsız ve sosyal bir birey olarak topluma kazandırılmasını amaçlamaktır. Sağlığı korumak için her alanda olduğu gibi SP’de de yaratıcı ve destekleyici yaklaşımlar gereklidir. Tamamlayıcı tıp uygulamaları dünyada ve ülkemizde daha çok da kronik hastalıklarda kullanılmaktadır. Bununla birlikte, yüksek kalitede bilimsel kanıtların sınırlı olması, birçok tamamlayıcı tıp yönteminin uygulanmasını imkansız hale getirmekte ve daha ileri araştırmaların gerekliliğini artırmaktadır. Bu yazıda son literatürler incelenip, bilimsel kanıtlar eşliğinde SP’de uygulanan tamamlayıcı tedaviler özetlenmiştir.
Physical therapy and rehabilitation practices in Cerebral Palsy (CP) aim to minimize the effects of physical disability on the development of the child and increase the quality of life of the child and family, and reintegrating the child into society as an independent and social individual. As in every field to protect health, creative and supportive approaches are required in SP. Complementary medicine applications are used mostly in chronic diseases in the world and in our country. However, limited high quality scientific evidence makes it impossible to apply many complementary medicine methods and increases the necessity of further research. In this article, the latest literature has been reviewed and complementary therapies applied in CP are summarized with scientific evidence.

LookUs & Online Makale