ISSN 2149-0287
Boğaziçi Tıp Dergisi - Bosphorus Med J: 9 (2)
Cilt: 9  Sayı: 2 - 2022
KISA RAPOR
1.
Frontmatters

Sayfalar I - IX

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.
Peptik Ülser Perforasyonu Tedavisinde Laparoskopik ve Konvansiyonel Onarımın Karşılaştırılması
Comparison of Laparoscopic and Conventional Repair in the Treatment of Peptic Ulcer Perforation
Anıl Ergin, Yasin Güneş, İksan Taşdelen, Mehmet Mahir Fersahoğlu, Nuriye Esen Bulut, Ahmet Çakmak, Emre Teke, Erdem Durum, Anıl Bayram, M.timuçin Aydın, Birol Ağca
doi: 10.14744/bmj.2021.20981  Sayfalar 73 - 80
GİRİŞ ve AMAÇ: Peptik ülser hastalığı; mide asit-pepsin salgısıyla mukoza bariyeri arasındaki dengenin bozulmasından kaynaklanmaktadır. Dünya üzerinde her yıl yaklaşık 4 milyon insan peptik ülser hastalığından etkilenmektedir. Peptik ülser hastalığı insidansı %1,5-3 arasında değişmektedir ve bu hastaların yaklaşık %10-20’sinde komplikasyonlar görülmektedir. Bu çalışmada, laparoskopik onarım ve konvansiyonel onarım yöntemlerinin peptik ülser perforasyonu tedavisindeki etkinliği karşılaştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2011-Aralık 2019 tarihleri arasında peptik ülser perforasyonu nedeniyle opere edilen 169 hasta çalışmaya dahil edildi. Peptik ülser perforasyonu onarımı için perforasyon alanına primer onarım ile birlikte omental yama uygulaması veya yalnızca omental yama uygulaması teknikleri uygulandı. Çalışmada hastalar; yaş, cinsiyet, “American Society of Anesthesiologists” skorları, operasyon süreleri, peroperatif ve postoperatif komplikasyonlar, yatış süreleri, perforasyon lokalizasyonları ve readmisyon nedenleri açısından değerlendirildi ve bilgiler retrospektif olarak taranarak önceden hazırlanmış veri tabanına kaydedildi.
BULGULAR: Ocak 2011-Aralık 2019 tarihleri arasında peptik ülser perforasyonu nedeniyle opere edilen 169 hasta çalış-maya dahil edildi. Peptik ülser perforasyonu onarımı için perforasyon alanına primer onarım ile birlikte omental yama uygulaması veya yalnızca omental yama uygulaması teknikleri uygulandı. Çalışmada hastalar; yaş, cinsiyet, “American Society of Anesthesiologists” skorları, operasyon süreleri, peroperatif ve postoperatif komplikasyonlar, yatış süreleri, perforasyon lokalizasyonları ve readmisyon nedenleri açısından değerlendirildi ve bilgiler retrospektif olarak taranarak önceden hazırlanmış veri tabanına kaydedildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, peptik ülser perforasyonunda laparoskopik onarım ile konvansiyonel onarım arasında etkinlik ve güvenlik açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmasa da laparoskopik onarımın birçok yönden konvansiyonel onarıma göre avantajlı olduğu saptandı. Seçilecek cerrahi yönteme, cerrahın deneyimi doğrultusunda karar verilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Peptic ulcer disease (PUD); it is caused by the disturbance of the balance between gastric acid-pepsin secretion and the mucous barrier. Approximately 4 million people around the world are affected by PUD every year. The incidence of PUD varies between 1.5 and 3% and complications are seen in approximately 10–20% of these patients. In this study, the efficiency of laparoscopic repair and conventional repair methods in Peptic ulcer perforation (PUP) treatment was compared.
METHODS: A total of 169 patients who were operated for PUP between January 2011 and December 2019 were included in the study. Omental patch application with primary repair or only omental patch application techniques were applied to the perforation area for PUP repair. Patients in the study; age, gender, the American Society of Anesthesiologists (ASA) scores, operation times, peroperative and post-operative complications, hospitalization times, perforation locations, and reasons for readmission were evaluated and the information was retrospectively scanned and recorded in a previously prepared database.
RESULTS: Post-operative complications were observed in 19.3% of the patients who underwent conventional repair, in 10.5% of the patients who underwent laparoscopic repair, and in 12.5% of the patients who converted to conventional repair from laparoscopic repair, and there was no statistically significant difference between them (p>0.05). Mortality developed in 11.3% of cases with conventional repair, in 10.8% of cases with laparoscopic repair, and in 12.5% of cases that converted to conventional repair from laparoscopic repair, and there is no statistically significant difference between them (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, although there was no statistically significant difference in efficacy and safety between laparoscopic repair and conventional repair in PUP, we found that laparoscopic repair was advantageous over conventional repair in many aspects. We think that the surgical method to be chosen should be decided in line with the surgeon’s experience.

3.
Perkütan Nefrolitotomide Dilatasyon Tekniklerinin Karşılaştırılması; Tek Basamaklı ve Sıralı Dilatasyon
The Effects of Dilation Technique in Percutaneous Nephrolithotomy: One-Shot Versus Sequential Dilation
Mehmet Sevim, Okan Alkış, İbrahim Kartal, Fatih Uruç, Bekir Aras
doi: 10.14744/bmj.2021.58561  Sayfalar 81 - 86
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, perkütan nefrolitotomi uygulanan hastalarda akses için kullanılan tek basamaklı dilatasyon ve sıralı dilatasyon tekniklerinin sonuçlarının karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, Temmuz 2017 ile Aralık 2020 tarihleri arasında perkütan nefrolitotomi uygulanan 159 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Dilatasyon yöntemleri; demografik özellikler, ameliyat süresi, floroskopi süresi, hemoglobin düşüşü, kreatinin artışı, komplikasyon oranı, hastanede kalış süresi ve ameliyat başarı oranı açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yetmiş dokuz hastaya tek basamaklı dilatasyon, 80 hastaya sıralı dilatasyon uygulandı. Ortalama ope-rasyon süresi tek basamaklı dilatasyon grubunda istatistiksel olarak anlamlı düşük saptandı (sırasıyla 51,14±22,33 ve 60,19±18,91 dakika) (p<0,01). Floroskopi süresinin ise tek basamaklı dilatasyon grubunda sıralı dilatasyon grubuna göre daha düşük olduğu görülse de istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (sırasıyla 119,70±51,03 ve 136,54±44,24 saniye) (p>0,01). Başarı ve komplikasyon oranı açısından tek basamaklı dilatasyon ve sıralı dilatasyon grupları arasında fark bulunmadı (%91-%85,0 ve %11,3-%15) (p>0,01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tek basamaklı dilatasyon tekniği, perkütan nefrolitotomi operasyonu düşünülen hastalarda güvenle kullanılabilen; komplikasyon oranlarını artırmadan doğrudan giriş, operasyon ve floroskopi sürelerinin azalmasına katkı sağlayan başarılı bir giriş yöntemidir.
INTRODUCTION: In this study, the authors aimed to compare the results of one-shot dilation (OD) and sequential dilation (SD) techniques which are used to access in patients who had undergone percutaneous nephrolithotomy (PCNL).
METHODS: The authors retrospectively evaluated the data of 159 patients who had undergone PCNL between July 2017 and December 2020 in our clinic. The dilation methods were compared concerning demographic characteristics, operation time, fluoroscopy time, hemoglobin decrease, creatinine increase, complication rate, length of hospital stay, and operation success rate.
RESULTS: While OD was applied to 79 patients, SD was applied to 80 patients. The mean length of operation time and fluoroscopy time were shorter in the OD group than SD group (51.14±22.33 vs. 60.19±18.91 min, 119.70±51.03 vs. 136.54±44.24 s, p<0.001 p=0.028, respectively). The mean operation time was found to be statistically significantly lower in the OD group (51.14±22.33 and 60.19±18.91 min, respectively) (p<0.01). Although the duration of fluoroscopy was lower in the OD group than in the SD group, no statistically significant difference was found (119.70±51.03 and 136.54±44.24 s, respectively) (p>0.01). No differences were found between OD and SD groups in terms of success and complication rate (91% vs. 85.0% and 11.3% vs. 15%) p≥0.05 (p>0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The OD technique is a successful access method that can be utilized safely in patients considered for PCNL operation, contributing directly to the reduction of entry, operation, and fluoroscopy times without increasing complication rates.

4.
İnflamatuvar Bağırsak Hastalığında Kemik Mineral Yoğunluğuna Etki Eden Faktörler
Factors Affecting Bone Mineral Density in Inflammatory Bowel Disease
Mehmet Köroğlu, Macit Ümran Sandıkçı
doi: 10.14744/bmj.2021.09709  Sayfalar 87 - 92
GİRİŞ ve AMAÇ: İnflamatuvar bağırsak hastalığı, otoimmünitenin mukozal bariyeri kapsadığı, kronik bir inflamasyona yol açtığı ve gastrointestinal sistemin farklı bölgelerini ve katmanlarını etkilediği düşünülen kronik bir hastalık-tır. Başlıca inflamatuvar bağırsak hastalığı tipleri, genellikle diğerlerinden ayırt edilemeyen ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve belirsiz koliti içerir. Düşük kemik mineral yoğunluğunun prevalansı, sağlıklı bireylere göre inflamatuvar bağırsak hastalığı olan hastalarda daha yüksektir. Bu çalışmada, ülseratif kolit, Crohn hastalığı olan hastalarda ve sağlıklı bireylerde kemik mineral yoğunluğunun değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif çalışmaya toplam 71 inflamatuvar bağırsak hastalığı olan hasta (21 Crohn hastalığı, 50 ülseratif kolit) ve 30 yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı birey dahil edildi. Lomber omurga ve femur boynunun kemik mineral yoğunluğunu ölçmek için dual enerjili X-ışını absorpsiyometrisi yapıldı.
BULGULAR: Çalışma ve kontrol grupları arasında yaş, cinsiyet ve beden kitle indeksi açısından anlamlı fark yoktu (p<0,05). Kemik mineral yoğunluğu değerleri 21 Crohn hastasının 16'sında (%76,2) anlamlı olarak daha düşüktü. Ülseratif kolitli toplam 27 hastanın (%54) patolojik T-skorları vardı, bu da sınırda anlamlılığa işaret ediyordu (p=0,058). > 5 g/gün kortikosteroidle tedavi edilen inflamatuvar bağırsak hastalığı olan hastalar ile ≤ 5 g/gün veya daha önce tedavi görmemiş hastalarla tedavi edilen inflamatuvar bağırsak hastalığı olan hastalar arasında beden kitle indeksindeki azalma anlamlı değildi (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın sonuçları inflamatuvar bağırsak hastalığı olan hastalarda, özellikle Crohn hastalarında kemik mineral yoğunluğunun anlamlı olarak daha düşük olduğunu göstermektedir.
INTRODUCTION: Inflammatory bowel disease (IBD) is a chronic disease, in which autoimmunity has been thought to involve the mucosal barrier, leading to a chronic inflammation and affecting different regions and layers of the gastrointestinal tract. The main types of IBD include ulcerative colitis (UC), Crohn’s disease (CD), and indeterminate colitis which often cannot be distinguished from the other ones. The prevalence of reduced bone mineral density (BMD) is higher in patients with IBD than healthy individuals. In this study, we aimed to evaluate the BMD in patients with UC, CD, and in healthy individuals.
METHODS: A total of 71 IBD patients (21 CD, 50 UC) and 30 age- and sex-matched healthy individuals were included in this prospective study. Dual-energy X-ray absorptiometry was performed to measure BMD of the vertebra and femoral neck.
RESULTS: There was no significant difference in the age, sex, and body mass index between the study and control groups (p<0.05). The BMD values were significantly lower in 16 of 21 CD patients (76.2%). A total of 27 patients (54%) with UC had pathological T-scores, indicating borderline significance (p=0.058). The reduction in BMD was not significant between the IBD patients treated with >5 g/day corticosteroids and those treated with ≤5 g/day or treatment-naive patients (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study results suggest that BMD is significantly lower in IBD patients, particularly in CD patients.

5.
Şizoafektif Bozuklukta Serum Ürik Asit Seviyeleri
Serum Uric Acid Levels in Schizoaffective Disorder
Aslı Kazgan Kılıçaslan, Sevler Yıldız, Osman Kurt, Sevda Korkmaz
doi: 10.14744/bmj.2021.19981  Sayfalar 93 - 101
GİRİŞ ve AMAÇ: Kandaki ürik asit seviyesi bazı hastalıklarda vücudun oksidatif stres durumunu gösterebilmektedir. Bu çalışmada, oksidan-antioksidan yolaklardaki rolüyle ilgi çeken ürik asitin şizoafektif bozukluktaki serum seviyelerinin araştırılması ve sağlıklı kontrollerle kıyaslanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya şizoafektif bozukluk tanısı almış remisyonda olan 67 hasta ve 51 sağlıklı kontrol dahil edildi. Tüm katılımcılara sosyodemografik veri formu ve pozitif ve negatif sendrom ölçeği, Young mani derecelendirme ölçeği ve Beck depresyon ölçeği uygulandı. Ardından tüm katılımcılardan rutin kan biyokimya parametrelerinin yanında serum ürik asit düzeylerinin çalışılması amacıyla venöz kan örneği alındı.
BULGULAR: Hastaların serum ürik asit seviyeleri, pozitif ve negatif sendrom ölçeği alt boyutlar ve toplam puanları, Young mani derecelendirme ölçeği ve Beck depresyon ölçeği puanları kontrol grubundan anlamlı şekilde yüksek bulundu. Serum ürik asit seviyeleri ile pozitif ve negatif sendrom ölçeği, Young mani derecelendirme ölçeği ve Beck depresyon ölçeği arasında pozitif yönde anlamlı bir korelasyon görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Şizoafektif bozukluk hastalarının serum ürik asit seviyeleri sağlıklı kontrollerden daha yüksek saptandı. Bu yükseklik duygudurum epizodu veya psikotik dönemlerden bağımsız bir bulgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Şizoafektif bozukluk hastalarının remisyon dönemlerinde sağlıklı kontrollerden daha yüksek serum ürik asite sahip olmaları bize bu durumun hastalığın kendisine özgü olabileceğini düşündürmektedir. Sonuçlarımız şizoafektif bozukluk patofizyolojisine ait bizlere ipucu verebilir.
INTRODUCTION: The level of uric acid (UA) in the blood can indicate the oxidative stress state of the body in some dis-eases. In this study, it was aimed to investigate serum levels of UA in schizoaffective disorder (SD), which attracts attention with its role in oxidant-antioxidant pathways and to compare it with healthy controls.
METHODS: The study included 67 patients with SD in remission and 51 healthy controls. Sociodemographic data form and positive and negative syndrome scale (PANSS), young mania rating scale (YMRS), and beck depression inventory (BDI) scale were administered to all participants. Then, venous blood samples were taken from all the participants to study the serum UA levels as well as the routine blood biochemistry parameters.
RESULTS: Serum UA levels, PANSS sub-dimensions and total scores, and YMRS and BDI scores of the patients were significantly higher than the control group. There was a significant positive correlation between serum UA levels and PANSS, YMRS, and BDI.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Serum UA levels of SB patients were found to be higher than healthy controls. This elevation appears as a finding independent of mood episodes or psychotic episodes. The fact that SB patients have higher serum UA during remission periods than healthy controls makes us think that this situation may be specific to the disease itself. Our results can give us a clue about the pathophysiology of SB.

6.
Günübirlik Cerrahi Uygulanan Pediatrik Hastalarda Uyanma ve Derlenmenin Yaş Gruplarına Göre Karşılaştırılması
Comparison of Emergence and Recovery in Different Age Pediatric Patients Undergoing Ambulatory Surgical Procedures
Mesure Gül Nihan Özden
doi: 10.14744/bmj.2022.03360  Sayfalar 102 - 107
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada, günübirlik çocuk cerrahisi olgularında çocukların yaşının uyanma ve derlenme üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif olarak günübirlik çocuk cerrahisi yapılan hastaların dosyaları taranarak, indüksiyon ve idame ajanı olarak sevofluran kullanılan ve hava yolu idamesinde larengeal maske yerleştirilen “American Society of Anesthesiologist I (ASA I)” hastaların dosyaları incelendi. Anestezi sırasında nöromusküler bloker kullanılan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastalar yaşlarına göre 36 ay ve altı, 36 ay üstü olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların hemodinamik verileri, cerrahi bitiminde larengeal maske çıkarılma zamanları ve ekstübasyon zamanları ile derlenme ünitesinde Aono’s Four Point Scale ile hastaların ajitasyonu ve Steward Recovery Score ile derlenme kalitesi incelendi.
BULGULAR: Larengeal maske çıkarılma zamanları ve göz açma zamanları açısından yaşa göre fark bulunmadı. Derlenmede Aono’s Four Point Scale ve Steward Recovery Scale yaşı 36 ay ve altı olan çocuklarda daha yüksek bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada incelenen tüm yaş gruplarında uyanma değerlendirildiğinde larengeal maske çıkarılma zamanları ve ekstübasyon zamanları benzerken, küçük yaş hastalarda derlenme daha hızlı oldu ve uyanma ajitasyonu daha fazla görüldü.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigate the effects of children’s age on awakening and recovery in ambulatory pediatric surgery cases.
METHODS: The data of patients who underwent ambulatory surgical procedures were reviewed retrospectively, and the files of ASA I patients who used sevoflurane as an induction and maintenance agent and were placed in a laryngeal mask for airway maintenance were reviewed. Patients who used neuromuscular blockers during anesthesia were not included in the study. The patients were divided into two groups according to their age, as Group K (age of 36 months and below) (n=34) and Group B (age of over 36 months) (n=28). Hemodynamic data of the patients, laryngeal mask removal times at the end of surgery, and extubation times were evaluated. The Aono’s 4-Point Scale, which evaluates the agitation of the patients in the recovery unit, and the Steward Recovery Score, which evaluates the recovery quality, were examined.
RESULTS: There was no difference according to age in terms of laryngeal mask removal times and eye opening times. Aono’s 4-Point Scale and Steward Recovery Scale were found to be higher in children aged 36 months and below in recovery unit.
DISCUSSION AND CONCLUSION: While the laryngeal mask removal times and extubation times were similar in all age groups we examined in our study, recovery was faster in younger patients and emergence agitation was observed more frequently.

7.
D Vitamini Düzeyi Düşük Olan Kadınlarda Nöropatik Ağrının İncelenmesi
Investigation of Neuropathic Pain in Women with Low Vitamin D Levels
Derya Çırakoğlu, Ali Aslan
doi: 10.14744/bmj.2022.93899  Sayfalar 108 - 112
GİRİŞ ve AMAÇ: D vitamininin bilinen metabolik etkilerinin yanında ağrı modülasyonundaki rolü tartışma konusudur. Çalışmada, D vitamini düzeyi düşük olan kadın hastalarda nöropatik ağrının demografik veriler ve kanın bazı biyokimyasal değerleri ile olası ilişkisinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Polikliniğine Ocak 2017-Ocak 2018 tarihleri arasında müracaat eden hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Dahil etme kriterlerini karşılayan D vitamini düzeyi düşük olan 79 kadın hasta çalışmaya alındı. Nöropatik ağrı varlığını değerlendirmek amacıyla painDETECT ağrı anketi kullanıldı. Bu ankete göre hastalar nöropatik ağrı yok, şüpheli ve nöropatik ağrı var olmak üzere üç gruba ayrılarak incelendi.
BULGULAR: D vitamini düzeyi düşük olan kadın hastaların 15’inde (%19) painDETECT anketi ile nöropatik ağrı komponenti saptandı. Nöropatik ağrı grupları arasında yaş, öğrenim düzeyleri, doğum sayısı ve beden kitle indeksi açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Aynı şekilde nöropatik ağrı grupları arasında D vitamini, alkalen fosfataz, paratiroid hormon ve kalsiyumun plazma değerleri açısından da istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu retrospektif çalışmada, farklı derecelerde nöropatik ağrı ve düşük D vitamini düzeyleri olan hastalarda benzer biyokimyasal veriler gözlemlendi. D vitamini düzeyi düşük olan nöropatik ağrılı hastalarda D vitamini takviyesinin tedavide fark yaratıp yaratmayacağının prospektif olarak araştırılabileceğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Besides the known metabolic effects of vitamin D, its role in modulation of pain is controversial. In our study, we aimed to investigate the possible relationship between demographic data and some biochemical values of blood who has in female patients with low vitamin D levels and neuropathic pain.
METHODS: The data of the patients who applied to the Physical Medicine and Rehabilitation Polyclinic between January 2017 and January 2018 were evaluated retrospectively. Seventy-nine female patients with low vitamin D levels who met the inclusion criteria were included in the study. The painDETECT pain questionnaire was used to evaluate the presence of neuropathic pain. According to this questionnaire, the patients were divided into three groups as no neuropathic pain, suspicious, and present.
RESULTS: Neuropathic pain component was detected by the painDETECT questionnaire in 15 (19%) of the female patients with low vitamin D levels. There was no statistically significant difference between neuropathic pain groups and age, education levels, number of births, body mass index as well as plasma values of vitamin D, alkaline phosphatase, parathyroid hormone, and calcium in female patients with low vitamin D levels.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this retrospective study, we observed similar biochemical data in patients with different degrees of neuropathic pain and low vitamin D levels. We think that it can be prospectively investigated whether vitamin D supplementation will make a difference in treatment the patients with low vitamin D levels and neuropathic pain.

8.
Percutaneous Cholecystostomy as a Complementary or Alternative Method to Laparoscopic Cholecystectomy in Elderly and Comorbid Patients with Acute Calculous Cholecystitis
Akut Taşlı Kolesistitli Yaşlı ve Komorbid Hastalarda Laparoskopik Kolesistektomiye Tamamlayıcı veya Alternatif Bir Yöntem Olarak Perkütan Kolesistostomi
Gülşah Yıldırım, Hakkı Muammer Karakaş, Özge Fındık
doi: 10.14744/bmj.2022.31644  Sayfalar 113 - 120
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut taşlı kolesistit tedavisinde perkütan kolesistostominin teknik ve klinik etkinliği, işlem sonrası morbidite ve komplikasyonları etkileyen faktörler, hastalığın nüksü ve nihai kolesistektomi gibi uzun dönem sonuçları etkileyen prediktif faktörler komorbid hastalıkları olan yaşlı bir kohortta değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma grubu 50 yaş ve üstü 80 perkütan kolesistostomi hastasından oluşturuldu. Akut Kolesistit İçin Tokyo Kılavuzu 2018’e (TG18), Charlson Komorbidite İndeksi (CCI) ve Amerikan Anestezistler Derneği (ASA) Fiziksel Durum Sınıflandırma Sistemine göre derecelendirildi/sınıflandırıldı.
BULGULAR: Teknik başarı oranı %100 idi. Klinik etkinlik %65 ve kısmi klinik etkinlik %93,33 idi. Komorbid durumlara bağlı 30 günlük mortalite %11,25 ve ortalama ölüm süresi 14,78±5,91 gün idi. Ölen ve hayatta kalan hastalarda, ortalama ASA skorları (p=0,003) ve ortalama TG18 dereceleri (p=0,032) önemli ölçüde farklıydı. Majör komplikasyon sadece %2,5 hastada, minör komplikasyon ise %3,75 hastada görüldü. Perkütan kolesistostomiden taburcu olmaya kadar geçen medyan süre beş gündü. On iki aylık bir takip sırasında hastaların %18,75’i eksitus oldu. Kalan hastaların %86,15’i sadece geçici perkütan kolesistostomi ile tedavi edildi. Bir yıllık interval kolesistektomi oranı %13,85 idi. Kolesistektomiye kadar geçen medyan süre 72,50 gündü ve 7 ile 340 gün arasında değişiyordu. TG18/CCI ile kolesistektomi ihtiyacı arasında bir ilişki yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akut taşlı kolesistitli yaşlı ve komorbid hastalarda perkütan kolesistostomi erken dönemde önemli bir klinik iyileşme sağlamaktadır ve hayat kurtarıcıdır.
INTRODUCTION: The technical and the clinical efficacy of percutaneous cholecystostomy (PC) in the management of acute calculous cholecystitis, factors affecting postprocedural morbidity and complications, and predictive factors that affect long-term results including recurrence of disease and eventual cholecystectomy were evaluated in a cohort of elderly with comorbid diseases.
METHODS: The study group consisted of 80 PC patients, aged 50 or older. They were graded/classified according to Tokyo Guidelines 2018 for Acute Cholecystitis (TG18), Charlson Comorbidity Index (CCI), and the American Society of Anesthesiologists Physical Status Classification System.
RESULTS: The technical success rate was 100%. The clinical efficacy was 65%, and the partial clinical efficacy was 93.33%. The 30-day mortality due to comorbid conditions was 11.25% and the mean time to death was 14.78±5.91 days. Patients who died and who survived were significantly different regarding mean ASA scores (p=0.003) and mean TG18 grades (p=0.032). Major complication was seen in only 2.5% and minor complication was seen in 3.75% patients. The median time from PC to discharge was 5 days. During a 12-month course, 18.75% of patients died. Of the remaining patients, 86.15% were able to be managed only with a temporary PC. The 1-year interval cholecystectomy rate was 13.85%. The median time to cholecystectomy was 72.50 days with a range between 7 and 340 days. There was no relationship between TG18/CCI and the subsequent need for cholecystectomy.
DISCUSSION AND CONCLUSION: PC provides a significant clinical improvement in the early course and is life-saving in elderly and comorbid patients with acute calculous cholecystitis.

9.
Akut İskemik İnmede Serum Magnezyum Düzeylerinin Etiyoloji, Lezyon Boyutu ve Lokalizasyonla İlişkisi
The Relationship of Serum Magnesium Levels with Etiology, Lesion Size, and Localization in Ischemic Stroke
Mustafa Ülker, Tuğçe Toptan, Rahşan Karacı, Mehmet Demir, Saime Füsun Domaç
doi: 10.14744/bmj.2022.04706  Sayfalar 121 - 126
GİRİŞ ve AMAÇ: Magnezyumun vasküler sistem üzerinde önemli etkileri olduğu ve magnezyum eksikliğinin vazokonstrüksiyonu tetiklediği ve vasküler endotel hasarını kolaylaştırdığı bilinmektedir. İskemik inmede magnezyum düzeyleri, etiyolojik alt tipler ve lezyon boyutu arasındaki ilişkiyi araştıran birçok çalışmada çelişkili sonuçlar bulunmuştur. Bu çalışmada, serum magnezyum düzeyleri ile inme etiyolojisi arasındaki ilişkinin, lezyon boyutunun ve lokalizasyonunun incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Akut iskemik inmenin ilk 24 saati içinde başvuran 18 yaş üstü 545 hasta ve 189 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Hastalar, TOAST sınıflandırmasına göre ve ayrıca ön ve arka sirkülasyon infarktları açısından gruplandırıldı. İnfarkt hacmi, büyük (≥5 cm3) ve küçük (<5 cm3) infarkt olarak manyetik rezonans görüntüleme taraması ile belirlendi. Serum magnezyum seviyeleri ile etiyoloji, lezyon boyutu ve lokalizasyon arasındaki ilişki incelendi.
BULGULAR: Serum magnezyum düzeyi hasta grubunda 1,90±0,23 mg/dL, kontrol grubunda 1,93±0,18 mg/dL idi ve istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p=0,11). Ortalama magnezyum düzeyi aterotrombotik grupta 1,90±0,2 mg/dL; kardiyoembolik grupta 1,87±0,2 mg/dL; laküner grupta 1,88±0,18 mg/dL; belirlenemeyen grupta 1,92±0,2 mg/dL; diğer inme grubunda 1,91±0,2 mg/dL olarak bulundu. Etiyoloji (p=0,25) ve lokalizasyon (p=0,109) açısından magnezyum düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Ortalama magnezyum seviyesi büyük ve küçük infarkt gruplarında sırasıyla 1,87±0,24 mg/dL ve 1,91±0,2 mg/dL idi. Ortalama magnezyum seviyeleri ile infarkt boyutu arasında ters bir ilişki bulundu (p=0,044, r=-0,087).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın sonuçları, magnezyumun infarkt patofizyolojisinde rol oynayabileceğini ve nispeten yüksek magnezyum seviyelerinin lezyon boyutunu sınırlayabileceğini düşündürmektedir.
INTRODUCTION: Magnesium is known to have important effects on vascular system and deficiency of magnesium triggers vasoconstriction and facilitates vascular endothelial damage. There were conflicting results in several studies searched for relationship between magnesium levels, etiologic subtypes, and lesion size in ischemic stroke. We aimed to examine relationship between serum magnesium levels and etiology of stroke as well as lesion size and localization.
METHODS: A total of 545 patients over the age of 18 years who presented within the first 24 h of acute ischemic stroke and 189 healthy controls were included in the study. Patients were grouped according to TOAST classification and also as anterior and posterior circulation infarcts. Infarct volume was estimated using MRI scan as large (≥5 cm3) and small (<5 cm3) infarct. The relationship between serum magnesium levels and etiology, lesion size, and localization was examined.
RESULTS: Serum magnesium level was 1.90±0.23 mg/dL in the patient group and 1.93±0.18 mg/dL in the control group, and no statistically significant difference was found (p=0.11). The mean magnesium level was 1.90±0.2 mg/dL in the atherothrombotic; 1.87±0.2 mg/dL in the cardioembolic; 1.88±0.18 mg/dL in the lacunar; 1.92±0.2 mg/dL in the undetermined; and 1.91±0.2 mg/dL in the other stroke group. There was no statistically significant difference between the magnesium levels according to etiology (p=0.25) and localization (p=0.109).The mean magnesium level was 1.87±0.24 mg/dL and 1.91±0.2 mg/dL in the large and small infarct groups, respectively. An inverse rela-tionship between mean magnesium levels and the infarct size was found (p=0.044, r=−0.087).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results suggest that Mg may play a role in the pathophysiology of infarction and relatively high Mg levels may limit the lesion size.

10.
Granülomatöz Mastit Olgularında Memede Volüm Değişikliği ve Deformasyon Bulgularının Manyetik Rezonans Görüntüleme ile Değerlendirilmesi
MR Imaging Evaluation of the Volume Changes and the Signs of Deformation in the Breasts with Granulomatous Mastitis
Fatma Nur Soylu Boy
doi: 10.14744/bmj.2022.09327  Sayfalar 127 - 131
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, granülomatöz mastit olan olgularda meme dokusundaki hacim değişikliklerinin ve deformasyonun manyetik rezonans bulgularını değerlendirmek ve diğer taraf normal meme ile karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışma, histopatolojik olarak kanıtlanmış 15 granülomatöz mastit hastasını içermektedir. Üç planda meme boyutları ve meme hacmi hesaplandı. Parankimal ödem, meme başında çekilme ve memede deformasyon bulguları not edildi.
BULGULAR: Ölçümler, sadece sagital boyut (hasta ve normal memeler için sırasıyla, 124,4±26 mm ve 116±22,9 mm) ve hacimde [hasta ve normal memeler için sırasıyla, 329,3 cc (IQR: 245-572 cc) ve 281,6 cc (IQR: 217,3-310,3 cc)] anlamlı artış olduğunu gösterdi. Koronal boyut hasta tarafta daha küçük olmakla birlikte, anlamlı farklılık göstermedi. Parankimal ödem 10 (%66,6) hastada, deformasyon 4 (%26,6) hastada, meme başında çekilme 5 (%33,3) hastada saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Granülomatöz mastit, etkilenen tarafta meme hacmini artırmakta olup bu artış sagital ve aksiyel çap artışlarıyla ilişkilidir. Bunun aksine hastalık, koronal çapta küçülmeye neden olmaktadır. Deformasyon ve meme başında çekilme hastalığın seyri sırasında belli oranlarda gelişebilmektedir.
INTRODUCTION: The objective of this study was to evaluate the volume changes and the findings of deformation in the breasts with granulomatous mastitis and to compare the findings with the contralateral normal breasts.
METHODS: This retrospective study included histopathologically proven 15 granülomatous mastitis (GM) patients. Breast diameters in three planes and the volume were measured on Magnetic resonance imaging (MRI). Parenchymal edema, nipple retraction, and deformation of the breast were noted.
RESULTS: The measurements were only showed significant increase in sagittal diameter (124.4±26 mm and 116±22.9 mm, for diseased and normal breasts, respectively) and volume (329.3 cc [IQR: 245–572 and 281.6 cc [IQR: 217.3–310.3] for diseased and normal sides, respectively) in the breasts with GM when compared with normal side (p<0.05). Coronal diameter was lesser in the diseased side without significant difference. Ten patients showed parenchymal edema (66.6%), four patients had deformation (26.6%), and five patients had nipple retraction (33.3%) on MRI.
DISCUSSION AND CONCLUSION: GM enlarges the breast volume in the affected side which is related with the increase in the axial and sagittal diameters. On the contrary, the disease causes a reduction in the coronal diameter. Deformation and nipple retraction may occur to some extent, in the course of the disease.

11.
Eldeki Falangeal Benign Yumuşak Doku Tümörlerinin Değerlendirilmesi ve Literatürün Sistemik İncelenmesi
Evaluation of Phalangeal Benign Soft-Tissue Tumors of the Hand and Systemic Review of the Literature
Numan Atılgan, Mehmet Rauf Koç, Numan Duman, Turgut Emre Erdem, Onur Bilge
doi: 10.14744/bmj.2022.44265  Sayfalar 132 - 138
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, eldeki falangeal benign yumuşak doku tümörlü hastaları ve cerrahi sonrası kısa dönem komplikasyonlarını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2019-Ekim 2021 tarihleri arasında falanks yumuşak doku tümörlü 59 hasta (31’i kadın, 28’i erkek; ortalama yaş 48,96±13,33 yıl, dağılım 20-75 yıl) demografik veriler, histopatolojik tanı, memnuniyet düzeyi, nüks ve komplikasyonlar açısından değerlendirildi.
BULGULAR: En sık görülen falanks yumuşak doku tümörü tenosinovyal dev hücreli tümörlerdi (n=15, %38,4). Diğer sık görülen histolojiler ise ganglion kistleri (%12,8), epidermal inklüzyon kisti (%10,25) ve fibrolipom (%7,6) idi. Yumuşak doku tümörleri en sık ikinci ve üçüncü falankslarda (her ikisi de %26,2) bulunurken, bunu dördüncü (%13,8), birinci (%12,3) ve beşinci (%9,2) falankslar takip etti. El falanksında tümörler %40 proksimal, %29,2 distal ve %30,8 falanksın farklı bölgelerindeydi. Ortalama VAS skoru eksizyonel cerrahi öncesi 5,9±3,1 idi; son kontrolde 3,47±1,3 idi (p<0,01). Yedi hastada ameliyat sonrası nüks görüldü (%11,8). Cerrahi alan enfeksiyonu diğer komplikasyondu ve 3 (%5) hastada tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Deneyimlerimiz, en sık gözlenen yumuşak doku falanks tümörlerinin tenosinovyal dev hücreli tümörler olduğunu gösterdi. Falanksın yumuşak doku tümörlerinin eksizyonel cerrahi tedavisi, iyi memnuniyet oranları ve düşük nüks ve komplikasyon oranları elde etmek için dikkat gerektiren bir cerrahidir.
INTRODUCTION: Our aim in this study is to evaluate patients with phalangeal benign soft-tissue tumors of the hand and to evaluate their short-term complications after surgery.
METHODS: Between January 2019 and October 2021, 59 patients (31 female, 28 male; mean age 48.96±13.33, range 20–75 years) with phalangeal soft-tissue tumors were evaluated according to demographic data, histopathological diagnosis, satisfaction level, recurrence, and complications.
RESULTS: The most common phalangeal soft-tissue tumor was tenosynovial giant cell tumors (n=15, 38.4%). Other frequent histologies included ganglion cysts (12.8%), epidermal inclusion cyst (10.25%), and fibrolipoma (7.6%). Soft-tissue tumors were most commonly found on second and third phalanx (both 26.2%), followed by fourth (13.8%), first (12.3%), and fifth (9.2%) The location of soft-tissue tumors was found in the phalanx of hands that were 40% proximal, 29.2% distal, and 30.8% in different parts of the phalanx. The mean visual analog scale score was 5.9±3.1 before excisional surgery; it was 3.47±1.3 at the last follow-up (p<0.01). Seven patients had recurrence after the surgery (11.8%). Surgical site infection was the other complication and seen in three patients (5%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our experience has shown that the most frequently observed soft-tissue phalanx tumors are tenosynovial giant cell tumors. Excisional surgical treatment of soft-tissue tumors of the phalanx is a surgery that requires attention to get good satisfaction rates and low recurrence and complication rates.

OLGU SUNUMU
12.
İki Nadir Etiyolojinin Birlikte Olduğu Bir İskemik İnme Olgusu: Eozinofilik Granülomatöz Polianjit ve Sifiliz
A Case with Two Rare Etiologies of Ischemic Stroke: Eosinophilic Granulomatosis with Polyangiitis and Syphilis
Ahmet Akpınar, Irmak Salt, Işıl Kalyoncu Aslan, Eren Gozke
doi: 10.14744/bmj.2021.57442  Sayfalar 139 - 141
Polianjitis ile birlikte olan eozinofilik granülomatöz, önceki adıyla Churg-Strauss sendromu, nadir rastlanılan; astım, eozinofili ve sistemik vaskülit ile seyreden bir hastalıktır. Eozinofilik granülomatöz polianjit iskemik inmenin nadir nedenleri arasında gösterilebilir. Nörosifiliz ise geniş klinik belirtileri nedeniyle birçok hastalığı taklit edebilen ve sıklıkla tanısı atlanılan bir hastalık olup, bu hastaların bir kısmı günümüzde acil servislere akut inme ile gelmekte ve ancak bu şekilde tanı almaktadır. Buradaki olgu iskemik inmenin iki nadir nedeni bir arada olduğu için sunuldu.
Eosinophilic granulomatosis with polyangiitis (EGPA), formerly known as Churg-Strauss syndrome, is a rare disease with asthma, eosinophilia, and systemic vasculitis. EGPA may be among the rare causes of ischemic stroke. Neurosyphilis, on the other hand, is a disease that can mimic many diseases due to its wide clinical symptoms, and the diagnosis is often delayed or missed. Some of these patients present to the emergency services with acute stroke and are only diagnosed after suffering a cerebrovascular complication. We present this case, because two rare causes of ischemic stroke are together.

13.
Tekrarlayan Polikondrit: Bir Olgu Sunumu
Relapsing Polychondritis: A Case Report
Ayşe Ünal Enginar, Cahit Kaçar
doi: 10.14744/bmj.2021.83584  Sayfalar 142 - 144
Tekrarlayan polikondrit kıkırdak dokularda tekrarlayan ve progresif inflamasyonla karakterize nadir otoimmün bir hastalıktır. Auriküler kıkırdak, en yaygın klinik bulgusu ve en sık başlangıç tutulum yeridir. Nazal kondrit hastaların %15’inde vardır. Nazal kartilajın yıkılması ile semer burun deformitesi gelişebilir. Burada, 38 yaşında nazal kondrit ile başlayan semer burun deformitesi gelişen ve rinoplasti sonrasında tekrarlayan polikondrit tanısı alan bir hasta sunuldu.
Relapsing polychondritis (RP) is an uncommon autoimmune disease characterized by repeated and progressive inflammation in cartilage tissue. The auricular cartilage is the location of the most common clinical findings and the most common site of initial involvement. Nasal chondritis is a manifestation present in 15% of patients. Progressive destruction of nasal cartilage leads to the characteristic flattening of the nasal bridge, resulting in saddle nose deformity. The case is, here, presented of a 38-year-old patient who developed nasal chondritis which resulted in saddle nose deformity, and was diagnosed with RP following rhinoplasty.

LookUs & Online Makale